Taha Kılınç
Daha önce hiç böyle bir tecrübem olmamıştı. Doğrusu biraz korkuyordum başlarda. Acaba başarabilecek miydim? Ne kadar sürecekti? Bitirmek ve yayınlamak da nasip olacak mıydı?
Her şey, kıymetli tarihçi Dursun Gürlek Bey ile Bâyezid’deki Çınaraltı’nda sohbet ederken başladı. Lâf nasıl oraya geldi bilmiyorum, ‘Mehmet Tayşi’den sitayişle bahsetti Dursun Bey. Bilgi ve tecrübesinin derinliğinden, insan olarak kumaşının ne kadar sağlam olduğundan...
‘Mehmet Tayşi’ ismini daha önce arkadaşlardan duymuştum. Ancak kendisiyle tanışmak ya da karşılaşmak henüz nasip olmamıştı. Dursun Bey’e “Mehmet Bey hatıralarını yazıyor mudur?” diye sordum. “Yazıyorum diyor ama kendimden biliyorum, yazamıyordur.” Henüz aklımdan geçeni söylemediğim için, o anda neden gülümsediğimi Dursun Bey elbette anlamamıştı.
Şanslı bir günümdeydim: Mehmet Bey, o saatlerde az ilerideki Bâyezid Devlet Kütüphanesi’nde, müdür Şerafettin Bey’in yanındaydı. Dursun Bey bunu haber verdikten sonra “Gel, tanıştırayım seni” dedi. Çaylarımızın son yudumlarını da içip kalktık.
Şerafettin Bey’in odasına girdiğimizde, Mehmet Bey, kucağında kocaman bir kitapla, koltuklardan birinde oturuyordu. Dursun Bey’in takdimiyle bana baktı, gülümsedi. Sonra, arada başka laf geçmeden, sanki uzun zamandır tanışıyormuşuz gibi beni yanına çağırdı. “Gel, dokun. Buna dokunmak herkese nasip olmaz” diyerek, kucağındaki kitabı işaret etti. Hatta elimi eline alarak, sayfaların üzerinde kendisi gezdirdi.
Bu, Kaşgârlı Mahmud’un, dünyada tek bir tane bulunan Dîvân-ı Lügâti’t-Türk adlı paha biçilmez eseriydi. 1074’te Abbâsî halifesi Muktedî Billâh’a sunulmuştu. 900 yaşından fazlaydı dokunduğum kitap.
Orada bulunduğum süre içinde, ben bir yandan konuşulanlara kulak kesiliyor, bir yandan da Mehmet Bey’i süzüyordum. Hani insan, hep adını duyduğu ama kendisiyle epey sonra karşılaştığı kişileri, acaba zihninde oluşan imajlarla uyuşuyor mu diye, uzun uzun tartar ya, öyle...
“Hocam, hatıralarınızı yazıyor musunuz?” diye sordum teklifsiz bir biçimde. “Yazdım birkaç satır, ama gözlerim zayıflayınca olmadı, kaldı maalesef.” O anda, ömrü kitapların içinde ve onları okşayarak geçmiş, kültür ve tarih sevdalısı bir insanın, gözlerinin artık eskisi gibi görmemesinin ne denli hüzün verici olduğunu anladım. Bundan cesaret aldım, Dursun Bey`in de teşvik etmesiyle teklifimi yaptım: “Hocam ben talibim. Müsaadeniz olursa hatıralarınızı ben yayına hazırlamak istiyorum.”
İtiraf etmem gerekir ki, o anda temkinli bir cevap, en azından razı olmadığı durumları karşısındakini kırmadan savabilen insanlara mahsus ‘diplomatik’ bir tavır bekliyordum. Öyle olmadı. Mehmet Bey son derece kibar bir şekilde beni evine davet etti: “Peki, bu pazar gel o zaman.”
‘O pazar’, yani 4 Mayıs 2003 Pazar günü, Sahrayıcedit’te, Mehmet Bey’in evindeydim. Kısa bir sohbet oldu. Ne yapacağımızı, nasıl yapacağımızı konuştuk. Benim aklımdaki plana Mehmet Bey de onay verdi: O konuşacak, ben kayda alacaktım. Daha sonra ben kayıtları deşifre ederek bilgisayara geçecektim. Konuşmaların tamamı bitince de, ben aradan sorularımı çekerek, konuşma dilinin tabiatı gereği anlatımda meydana gelen aksaklıkları giderecek, metne son şeklini verecektim.
Daha önce hiç böyle bir tecrübem olmamıştı. Doğrusu biraz korkuyordum başlarda. Acaba başarabilecek miydim? Ne kadar sürecekti? Bitirmek ve yayınlamak da nasip olacak mıydı?
Bu ve buna benzer birçok soru, Mehmet Bey’in, bütün çalışma boyunca tek falso olmaksızın şahitlik ettiğim halim-selim tavrı sayesinde, uçup gitti. İlk tanışma sohbetimiz bitip de Fatih’e dönerken, aklımda tek şey vardı: “Mehmet Bey’in, hiç tanımadan-etmeden bana duyduğu bu güvene lâyık olmak için çok çalışmam gerek! Ve Allah’ın izniyle bu hatıratı en güzel şekilde yayına hazırlamam gerek!”
İlk konuşma için, sözleştiğimiz gibi, 5 Mayıs 2003 Pazartesi günü Mehmet Bey’deydim.
Ondan sonra, tam iki yıl boyunca, 2005 yılının haziran ayına kadar, haftada bir ya da iki gün, öğlenden akşama kadar, en az 5’er saat devam eden uzun konuşmalar yaptık. Arada verdiğimiz yemek ve namaz molaları dışında, sürekli konuştuk. Ben sordum, Mehmet Bey sabırla ve ayrıntılı olarak cevapladı...
* * *
İnsan böyle bir çalışmaya başladığında, karşısındaki insanın, hele bu bir ‘büyük’ ise, nasıl karşılandığını ve yaptıklarının nasıl değerlendirildiğini merak ediyor. Ben de ettim. Acaba Mehmet Bey benden memnun muydu? Bana güveni ne seviyedeydi? Başarabileceğime inanıyor muydu?
İlk başlarda kendime çokça sorduğum bu soruların cevabı, güzel bir vesileyle, kendiliğinden geldi:
Bizim çalışmaya başlamamızın birinci ayında, Mehmet Bey’in sohbetlerinden istifade eden bir arkadaşla Üsküdar’da tesadüfen karşılaştık. Hatıratı hazırlama işine talip olduğumu duymuştu. Ayaküstü bana, Mehmet Bey’in hatıralarının yazılmasının ustalık isteyen bir iş olduğunu, bunu benim yapabileceğimden emin olamadığını, bana yardımcı olması için bir arkadaşı bulduğunu söyleyiverdi.
Gülümseyerek dinledim kendisini. Açıkçası, Mehmet Bey’le baş başa vererek uzun konuşmalar yapıyor, hiç beklemediğim kadar bereketli bir çalışma yürütüyorduk. Başkalarının, ‘saygı’ sandıkları ama aslında ‘ürkeklik’ demenin daha doğru olacağı sebeplerle soramadıklarını soruyor, cevaplarını da en güzel şekilde alıyordum. Doğrusu bu iki kişilik keyfi bozmaya hiç niyetim yoktu. Ama yine de son sözü söyleyecek olan Mehmet Bey’di.
Birkaç gün sonra buluştuğumuzda Mehmet Bey, hem çalışmanın benim tarafımdan tek başıma yürütülmesini istediğini ifade etti, hem de yukarıdaki sorularımın hepsine birden cevap olacak şu sözleri söyledi:
“Bu hatıraları yazmaya başkaları da talip oldu. Başlayıp devamını getiremediler. Ciddiyetle ele almadılar meseleyi. Sana bakıyorum, her hafta düzenli olarak geliyorsun. Sözünde duruyorsun. Disiplinli çalışıyorsun. Allah’ın izniyle sen tamamlayacaksın!”
Arada verdiğimiz toplam birkaç aylık zaruri fasılalarla beraber, iki sene süren konuşmalarımızın sonunda, önümüzde 45 adet 90’lık ses bandı birikti. Bunları deşifre ettiğimde de, elimizde yaklaşık 750 sayfalık bir metin vardı artık. Ama bu, yer yer tekrarların bulunduğu, tarih ve olay akışı sırası karışık, bahsedilen kişilerin hangi sebeple zikredildiği belirsiz, birçok tasrihata muhtaç, okuyucu açısından bu şekliyle pek bir anlam ifade etmeyen, ham bir metindi.
Devamı: http://gencdergisi.com/1874-bir-hatirat-nasil-hazirlanir-ii.html