
Salih Kılınç
En büyük projesi emekli olduktan sonra memleketine dönmek, köyüne yerleşmek olan insanlardan pek hazzetmem. Onları anlayamam. Bu tür kişilerin hayatı kavrayamadıklarını, onu ıskaladıklarını düşünürüm. Ben, elimden geldiğince, hayatı son dakikasına kadar çalışılacak (sadece beden olarak değil), son anına kadar üzerinde düşünülecek, insana tuhaf ve ürkütücü bir farkındalık da veren bir mekan, bir boyut, bir zaman dilimi olarak görürüm.
Hayat birçoklarına basit, oldukça huzurlu ve de sıradan gelebilir. Ancak bana son derece olağandışı, mucizevi ve bir o kadar da esrarlı geliyor. Her gün güneşin istikrarlı bir şekilde doğup aynı şekilde batması, bunun her gün tekrar etmesi, gecelerin gündüzleri, gündüzlerin geceleri takip etmesi, mevsimlerin sürekli birbirlerine evrilmesi, tohumların çatlayıp toprak üzerinden boy vermesi, ağaçların önce çiçeğe sonra yaprağa durması, en sonunda meyve vermesi, bunu her yıl bıkıp usanmadan yapması, her şeyin bir başlangıcının ve sonunun olması, dünyaya her gelen insanın illa ki ölümle tanışması… işte bütün bunlar ay tutulmasından, sellerden, kasırgalardan, büyük boyutlu depremlerden, üç ayaklı insanlardan, yapışık ikizlerden daha az ilginç, daha az olağanüstü değil. Güneş tutulması için binlerce kilometre öteden, olayın daha iyi izlenebileceği yerlere taşınan insanlar neden her gün güneşin doğuşunu izlemek için yüksek tepelere akın etmiyor, neden doğum ünitelerine koşup “doğum” mucizesinin üzerine kafa yormuyor, neden yeni yaprak açmış bir ağacın önünde durup saatlerce seyretmiyorlar şaşıyorum. Ay’ın varlığı, geceleri doğması, yirmi dokuz gün boyunca şekilden şekile girmesi neden sıradan da onun tutulması, Dünya ile Güneş arasına girmesi, dünyayı bir süre karanlığa bürümesi neden olağandışı, neden mucizevi, bilmiyorum.
Ben dünya üzerine kafa yordukça işin içinden çıkamıyorum. Dünyanın bunca kısa, sonrasının bunca uzun (süresiz, sonsuz veya zamandan bağımsız) olması bir anda her şeyi değersiz kılıyor. Elimdeki kitap, üzerinde oturduğum sandalye, etraftaki insanlar bir anda yabancılaşıveriyor. Bu noktada şöyle bir düşünce imdadıma yetişiyor: Zamanı, mekanı, dünyayı, sonrasını, insanı, tabiatı kurgulayan, onları yaratan Yüce Yaratıcı benden sırrını çözmemi değil, itaatı istiyor. Kayıtsız şartsız teslimiyeti istiyor. Hal böyle olunca ben de çözemediğim bir sırrın ardına fazlaca düşmüyorum. Allah Teala’ya karşı iyi bir zan besliyorum. Böyle davranırsam her şeyin güzel olacağını düşünüyorum.
Dünya bu kadar değersiz, biz de yeryüzünde gezinen çaresiz figüranlar olunca çevremdeki tartışmalar da iyice gözümden düşüyor. Sınırlar, ırklar, gruplar son derece anlamsız hale geliyor.