
Eşref Aydoğmuş
2009’un baharı. Bir pazartesi günü. Okumakta olduğum Gelenbevi Anadolu Lisesi’nin okul dergisi ve okul sitesi için yayın toplantısındayız. Okul muhabiri sıfatıyla katıldığım toplantıda birkaç isimle röportaj yapılması kararı çıkıyor. Bu isimlerden birisi de Nuriye Akman.
Randevumuzu aldık ve tam saatinde fotoğrafçı arkadaşım Tuncay Akkuş’la beraber Nuriye Akman’ın bizi davet ettiği Kadıköy’deki Nuriye Akman iletişim atölyesine gittik. Kapıyı çaldık. Nuriye hanımın oğlu açtı ve bizi Nuriye hanımın talimatıyla bir yere aldı. Beklememiz söylendi ve yaklaşık 10 dakika kadar Akman’ın yemeğini yemesini bekledik.
Heyecanlıydık. Çok tecrübeli ve tanınmış bir gazeteci ile röportaj yapacak olmanın verdiği bir heyecandı bu. Nihayet şevkle hazırlandığımız ve yaklaşık yarım saat sürmesini düşündüğümüz röportaja başlama vakti geldi. Nuriye Hanım geldi, oturdu; artık başlayabilirdik. Ama maalesef durum hiç de düşündüğümüz gibi gelişmedi ve biz belki de gazetecilik tarihinin en kısa röportajlarından birisini gerçekleştirerek oradan ayrıldık. Röportajımız yaklaşık olarak üç buçuk dakika tuttu. Düşünebiliyor musunuz? 3,5 dakika…
On biri aşkın sorumuzun kimisini beğenmedi, kimisini kabul etmedi Nuriye Hanım! Halbuki ilk soruya başlarken ne güzel de söylemişti: ‘Röportajlar yaptığım ve iletişim dersleri verdiğim için eleştirilerimi de ekleyeceğim…” “Hay hay demiştim, içimden, ne kadar memnun eder bizi. Hatalarımızı görürüz, böylece…” Fakat işin rencide boyutuna varacağı hiç aklıma gelmezdi…
‘Biraz kendinizden bahseder misiniz?’ diyerek başladım. Yekten ‘Bu soruyu kabul etmiyorum’ diyerek tersledi. ‘Hiç kimse kendisinden biraz bahsedilmesini istemez, neyi merak ediyorsanız onu sorun’ diye ekledi. Hâlbuki bizim özellikle merak ettiğimiz bir şey yoktu. İlk soru fos çıkmıştı, başka bir ümitle ikinci 2. soruya geçtim.
‘Efendim şu ana kadar birçok kişiyle röportajlar yaptınız. Sizi en çok etkileyen hangisiydi ya da bu röportajlarda yaşadığınız bir anınız varsa bizimle paylaşır mısınız?’ İkinci soru böyle bir şeydi. ‘Bu soru da güzel değil’ dedi. Sanki profesyonel ve stratejik hamleler yapan birer röportaj ustası olduğumuzu düşündüren şu sözleri etti sonra:
‘Hangi röportajı, hangi kişiyi, neyi merak ediyorsanız onu sorun, lafı dolaştırmayın!’
Bizim özellikle varmaya çalıştığımız bir yer de, bir konu da yoktu. Tam anlamıyla bozgun yaşıyorduk. Bir gayret röportaja devam etmeye çalıştım ve sanki son nefesimi verir gibi ‘Gazeteciliğe merakı olan arkadaşlarımıza neler tavsiye edersiniz?’ dedim.
Ve bizi şaşırtmayan bir cevap daha: ‘İletişim atölyeme gelsinler öğreteyim. Röportajınıza atölyemin adresini ve telefonunu yazın.’
Ne kadar masum niyetlerle gitmiştik oraya, ne bulmuştuk! Yılların tecrübesinden bir kısmını, bedelsiz bir şekilde paylaşmak bir şey eksiltmezdi herhalde; böyle düşündüm kendi kendime sonra. Tuncay arkadaşımla beraber şaşkın ve üzgün bir şekilde okula döndük. Haliyle röportajı yayınlayamadık.
Ben, sonra sonra bu röportajın bana çok önemli bir şey öğrettiğini düşündüm; iyi ki gitmişim dedim kendi kendime… Tecrübe, kibir perdesine büründüğü vakit, hiçbir işe yaramıyormuş. Nuriye Akman’a bu dersi bana öğrettiği için teşekkür ediyorum…