
Rengi, nereden bakarsanız bakın, üzerinde taşıdığı kirle ilgili olan bir gri gırcıla çalıyor. Yürüyüşü, huzurlu ve emin. Fakat bu huzur ve emin oluş, başına pek fazla kötü şeyler gelmediğinden değil. Tam tersi, çok fazla dayak yemiş, kovulmuş, itelenmiş olmanın verdiği bir huzur ve eminlik var yürüyüşünde.
giriş
Şu anda bu oturduğum caminin bahçesi, bizim kasabada Mimar Sinan’ın benim bildiğim kadarıyla tek eseri. İki bahçesi var. Birisi şadırvanın bulunduğu ve camiye girilen iç bahçe. Bir de onun dışında bir bahçe var. Bu bahçe, şehrin tam ortasındaki bu camii dış dünyadan soyutlayan bir perde gibidir.
Uzun çınarlar var dış bahçede. Şehrin sadece sesini, gürültü ve gel-git hezeyanını değil, karakterini de caminin dış avlusu tutar, salmaz içeriye. Camii ilk yapmaya niyetlendiği zamanlarda, zeminin balçık, çamur olduğunu gören Koca Sinan, sadece kuru kavak dalları ekip bırakmış bu arsayı. Yıllar sonra arsanın yeterince kuruduğunu görünce de dikmiş bu camii. Cami denizin tam kıyısındaymış da sonradan doldurulmuş önü. Şimdi denizle cami arasından E-5 karayolu bile geçiyor. Bu caminin adı Yenicuma.
İşte Yenicuma’nın dış avlusunda bir baraka vardır. Onun önünde de birkaç sandalye atılı. Bu şehirde hemen hemen takıldığım tek mekân burası. Hem çayı güzeldir hem de avlusu huzurlu. Yücel adında bir çaycısı var. Siyah gözlü ve uzun boylu, kara-yağız bir delikanlıdır Yücel. Aramız iyidir.
gelişiş
İşte yine burada oturup, çay içtiğim günlerden birinde, solgun bir ikindi vaktinde, huzurla etrafı ve insanları seyrettiğim “kuru renkli saatlerden” birindeyim. Çaycı Yücel “var mı çay isteyen, çay, çay taze çay” diye geziyor etrafta, masalar arasında. Yan masada bir çift oturuyor. Altmış yaşlarında ve ikisinin de saçları beyazlamış. Yanlarında bir de köpekleri var. Yere çökmüş sahiplerini bekliyor. Ara sıra bu çiftin masasına çay bırakmaya gelen çaycı, köpekle ufak bir şakalaşma yaşıyor. Sonra da sahipleri olan bu yaşlı çifte bakıp gülümsüyor, onlar da soylu ve anlayışlı bir gülücük fırlatıyorlar. Bu ânı üç dört kere yakaladım. Ne itici buldum bunu ne de hoş. Olan, olmakta olan bir şeydi işte. Ama sonra çay bahçesinin kapısından bir sokak köpeği girdi.
Rengi, nereden bakarsanız bakın, üzerinde taşıdığı kirle ilgili olan bir gri kırçıla çalıyor. Yürüyüşü, huzurlu ve emin. Fakat bu huzur ve emin oluş, başına pek fazla kötü şeyler gelmediğinden değil. Tam tersi, çok fazla dayak yemiş, kovulmuş, itelenmiş olmanın verdiği bir huzur ve eminlik var yürüyüşünde. Adımları ve etrafı gözleriyle süzüşü tecrübeli ve yorgun. Gövdesinin yanından sarkan yaşlı kasları çamurlu ve çirkin. Sokak köpeği yaşlı burjuva çiftin temiz köpeğine göz ucuyla bakıp, yoluna devam ediyor.
Yoluna devam edip bahçe kapısından birkaç adım daha atıyor ki, koca bir taş tam karnına isabet ediyor. Çok tiz yahut yüksek bir ciyaklama çıkmıyor köpekten. Zaten çaycı Yücel’in böyle bir şey yapacağını biliyormuş gibi, hafif sendeleyip, acı ile geri dönüyor. Yücel arkasından elinde yedek taşla bakıyor. Köpek iyice uzaklaşınca taşı yere bırakırken etrafa, müşterilere göz ucuyla bakıyor. Onaylanmak ister gibi. Başta yaşlı çift olmak üzere kimse bir rahatsızlık belirtmiyor hal ve hareketiyle. Ben deminden beri hiç mühim bir ayrıntı olmadığını düşündüğüm bir sahneyi şimdi daha önemseyerek düşünüyor ve üzülüyorum. Şu: Yücel şirince yaşlı çiftin finosunu sever ve onlara sırıtır…
tam çıkacakken
Sonra meselelerin bu örnektekiyle nasıl da koşut (paralel) yürüdüğünü size anlatmak isterim. Yine aynı gün, aynı mekânda devam ediyoruz. Sokak köpeği acıyla gitti. Yaşlı çift ve bakımlı finoları vicdan azabı gibi yanımda oturmaya devam ediyor. Elimdeki Ece Ayhan şiirlerine dönmek için çaba sarf ederken, masaya bir ses yaklaşıyor, “abi bi mendil alır mısın?”. Kafamı kaldırınca ses bir insan vücuduna bürünüyor. Sokak mendilcisi. Bütün sokak mendilcileri aynı mıdır? Olmasa gerek. Ama hepsinin ortak replikleri olduğu kesin. “Yok abicim, sağolasın”. Zaten cebimdeki paranın hepsini çaya yatırmışım, çayı hesaplayarak içiyorum abicim, sen hiç böyle olduğunu düşünmemişsindir tipime bakıp, düşünmen için bir sebep de yok abicim, lütfen git. Diye düşünürken, çocuk yan masada şansını denemek gayesiyle dönüyor ve Yücel biniyor tepesine, tutuyor yakasından, doğru kapıya. “Oğlum bıktık sizden, elli kere dedik, müşteri de patron da sonra bana fırça kayıyor, yürü git”. Çocuk, çaycı Yücel’e düşmanca gözlerle bakıyor, düşmanca ama alışkın ve güçsüzlüğünün farkında olan bir düşmanlık bu. Dönüp gidiyor. Biraz ileriden dönüp birkaç küfür sallıyor, Yücel kafasını sağa yatırarak “ya sabır, elimden bir kaza çıkacak” diyor. Dönüyor işine. Tamam diyorum kendi kendime, bunda da pek kızacak bir şey yok, oldu işte, Yücel de “emir kulu” n’apsın. Emir kulu söz öbeği büyük buluş bu arada, oldukça meşrulaştırıcı, yırtmayı kolaylaştırıcı bir tarafı var. Neyse. Dönüyorum Ece babanın şiirlerine.
Dönüyorum ama başımda başka bir ses bitiveriyor. Bu sefer yalnızca ses değil, yoğun bir erkek parfümü kokusu da burnumu istila ediyor. “Genç dostum, öğrenci kredi kartı çıkarmayı düşünür müsün?” Kafamı kaldırmak istemiyorum, fakat öte yandan da kaldırmak için iki sebebim var. Birincisi, “senin caminin bahçesinde ne işin var, git bankana, orda sat kartını” demek istiyorum. İkincisi ve daha önemlisi, acaba çaycı Yücel bu adamı da mendilci çocuğu çıkardığı gibi bahçeden çıkaracak mı, diye merak ediyorum. Ama yok. Yücel’de tık yok. Bir şey dediği de yok. Adamın da ben lafımı söylemeden gideceği yok, ısrarlar filan… Ben de söylüyorum yukarıda tırnak içinde gösterdiğim üzre lafımı. Bakıyorum adama. Otuzlu yaşlarda, takım elbiseli, hava sıcak olduğu için ceketini elinde taşıyor, briyantine batmış vıcık vıcık saçlarıyla gidiyor. Masaları dolaşıyor. Bir masadaki öğrenci grubu yemi yiyor. Oturtuyorlar masaya adamı. Yücel de adama çay getiriyor gülümseyerek.
çıkış
Tamam diyorum, gelen ilk mendilciyi masama oturtacağım. Yücel’e de “bize çay getir” diye sesleneceğim. Sizce ne yapacak Yücel? Emir kulu, getirecek tabi. Ama… İşte bir ama’yla birlikte gelecek çaylar. Hem mendilci çocuğun, hem benim, hem de Yücel’in dibine kadar bildiğimiz bir “ama”.
Not: Serkan Kalabar ve Murad Sakal isimli yazarlarımız ortaklaşa bir karar alıp, bu satırların yazarına eklemlenmek, onda “fena” olmak istemişlerdir. İstekleri kabul edilmiştir, zira onlar artık yoklar. Murat Sözer’le devam edelim, edin.