
Murat Sözer
Geri zeka olduğundan şüphe etmediğim tek insan grubu TV sahipleri, kötü dizi yapan yönetmenler ve o dizilerde oynayan oyuncular.
Halkımız dizi izliyor. Dizi izleyen bir halkımız var uzun zamandır. Dizilerin halk üzerindeki etkisine işaret eden bir yığın yazı da okuduk. Yazıları kaleme alan çoğu yazar “ben dizi izlemem, halk ne kadar da boş bir kitle, bunlarla avunuyor, hipnotize oluyor” gibi bir tutum içerisinde, izleyenleri öteleyen bir “izlemeyen” konumundan konuştu.
Evet, ben de hiç izlemem, ne yapayım yani, izlemem. Ama yine de bu konu üzerine konuşurken, olabildiğince içeriden konuşmaya çalışacağım. Çünkü aşağı yukarı dizilerin tekniğini biliyoruz, ya konuşulan ve kulağımıza çarpanlardan yahut ev arkadaşımız, ailemiz filan izlerken gördüğümüz sahnelerden farkına varmamız pek zor değil. Bu teknikleri olabildiğince klişeleştirmek, amiyane hale getirmek, konuşa konuşa suyunu çıkartmaktan yanayım. En azından sonucu şu olabilir; üzerinde yeterince hatta yeterinden fazla konuşup o sahnelerin saçmalıklarını insanlara fark ettirebilirsek, bir süre sonra sahnede kullanılan teknikleri anlayan halk, izlerken gerektiği yerde bir “hadi oradan” çekebilir televizyona doğru.
Televizyonu anlayamıyorum. İlk, küçükken başladım anlayamamaya. Allah’a şükür ki hala da anlayamıyorum. TV hakkında çok küçükken şunu düşünmüştüm: “TV denen şey, insanların futbol maçlarını izlemelerini sağlayan bir şey”. Sizi hayal kırıklığına uğratabilirim ama hala da buna inanıyorum! Daha doğrusu böyle sanıyorum. Anlayamadığım şeylerin başında da bu geliyor; “neden TV’de sadece futbol maçları ve onunla ilgili şeyler verilmiyor ki?”.
Küçükken anlayamadığım hatta şaşırdığım ikinci şey de şuydu; öyle bir cihaz düşünün ki, anne baba dayı amca hepsi önünde otursunlar, orada akan görüntü ve seslere göre sohbetleri kesilip devam etsin. Dahası, evin, mobilyaların o cihaza göre şekil aldığını keşfettiğimde –ki on yaşımda filan olmalıyım- acayip şaşırmıştım. Neden evdeki bir tabloya göre yahut bir kütüphaneye göre filan dizilmezdi ki bu koltuklar. Hatta çamaşır makinesine çevrilmiş koltuklar ve onu izleyerek muhabbet eden ebeveynler bile hayal etmedim değil bu yaşlarda.
Tabii büyüyünce anladım ki, insan doğasının arzu, haz ve isteklerine yönelik her şeyi barındıran bir alet geliştirmişseniz, bir gün bütün insanlık, mal gibi sizin aletinize bakacak duruma gelebilir. Ki bugün, Hakkari’de, dağın başında dikilmiş bir gecekondunun çatısında çanak anten görüyoruz.
Bu çanak anteni yabana atmayın. Bu çanak anten diğer gördüğümüz birçok şeyle çok ilintili. İbrahim Tatlıses’in bir gökdelenin tepesindeki bir havuzun başında kebap partisi vermesiyle yahut Esra Elönü diye birinin Hülya Avşar’ın programına çıkmasıyla ve daha bir çok şeyle… Hülya Hanım’ın –hanım mı dedim, neyse dedim bir kere- Esra Hanım’a –battı balık- “şuraya gelip giysinizi göstersenize” demesi üzerine, kalkıp, ortaya geçip kameraya dönüp beklemesi hala gözümün önündedir. Aykırı Cimcime bu kadar edilgen duruma düşürülebilir ancak. Neyse.
TV diyorduk. TV diyoruz çünkü televizyon demek çok uzun sürüyor. Evet, şaka, şakayı da geçelim. TV diyorduk. Aslında TV ile ilgili asıl mevzu şu; bugün “ben TV izlemiyorum” demek, entelektüel bir tavır yahut kalite belirtisi olarak zihnimize çarpıyorsa, bu TV adına kaçırılmış bir fırsatı işaret eder. Yani, “ben vaktim olduğunca TV izliyorum” demenin bir entelektüel tavır olabileceği bir ortam da olabilirdi, böyle bir TV kalitesini hayal ettim hep. Ama olmadı tabii. TV çok kalitesiz bir şey, hepimiz farkındayız, ama en çok kullandığımız alet olarak hala istatistiklerde birinci. Benim, tuvaletinde TV olan arkadaşlarım var.
Diziler var bir de. Dizilere gelelim. Dizilerin dönemsel takıntıları oluyor. Kronolojik olarak pek kesin bir bilgiyle sayamasam da, gözüme çarpan konsept takıntıları şunlar; aşk, şiddet, derin devlet, köy, konak, yine aşk, ensest, çarpık ilişkiler, ihtiras, arada yine aşk, yine şiddet, roman uyarlaması. Evet, bu roman uyarlaması mevzuu çok komik. Romanları uyarlıyorlar, dizi tutarsa roman uzuyor da uzuyor. Hatta devamını yazan yönetmenler filan oluyor. Ha, tutmadı mı, üç bölümde özetini çıkartıp diziyi bitiriyorlar.
Bir de son dönem takıntı haline gelen konsept ile roman uyarlamacılık oyunu birbirinin içine girince, hepten komik, saçma, ahlaksızca sonuçlarla karşılaştık. Yani şöyle.
Evet, şöyle ki, son dönemin dizilerindeki takıntı konusu, ensest ve çarpık ilişkiler idi. Bunun üzerine bir de roman uyarlama takıntısı eklendi. Bu sefer bir de baktık ki, ensest romanlar uyarlayarak çözüme gitti kanallar. Hepsi kendini çok zeki sanıyorlar. Hani biri bir şey derse “biz yazmadık, Orhan Kemal yazmış, biz de sahnesini çekiyoruz” diyecekler. Ama hepsi çok aptallar. Geri zeka olduğundan şüphe etmediğim tek insan grubu TV sahipleri, kötü dizi yapan yönetmenler ve o dizilerde oynayan oyuncular.
Amcasının karısıyla aşk yaşayanlar, çiftlikte kimin eli kimin cebinde sorusuna cevap ararken kendini samanlıkta bulan insanlar filan. Annelerimiz, babalarımız, arkadaşlarımız, bacılarımız da bunları izliyor. Yanında 18 yaşındaki kızı ile bu dizileri izleyen amcalar gördüm ben. Çok şaşırdım, neye şaşırdığımı anlamadıklarına daha çok şaşırdım. “TV ve RTÜK uygun gördüyse ailemizle izleriz.” “Kutsal Kitaba mı yoksa RTÜK’e mi daha çok inanıyorsunuz amca” dedim birine, dövecekti beni az kalsın. Tabii ki Kitaba inanırmış. Halbuki hiçbir kinaye ile sormamıştım. Merak etmiştim.
TV’nin kalıplaşmış imajları var bir de. Kapıcının karısının veya hizmetçi, cahil kadınların hep başörtülü olması gibi… Bu ayrı bir yazı konusu. Yazacağım.