
Taha Kılınç
Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak, bu toprakların kaderi midir? Neden bazı şeyleri, deneme-yanılma yoluyla yaşamak istiyoruz ki? Yaşanan tecrübeler, bize ırk temelli iddiaların ancak acı getirdiğini yeterince göstermedi mi?
undan tam yüz yıl önce, 1910’da, İstanbul’la Şam, Bağdat, Kudüs, Halep, Mekke ve Medine arasında sınır yoktu. Çünkü aynı devletin şehirleriydiler. Yüzyılların siyasi yorgunu Türkler, II. Abdülhamid’in devrilmesinin ardından Arap dünyasına ‘Türkçülük’ü dayatınca bölgede isyanlar patladı ve hepimizin bildiği maceralar sonucunda, Arap dünyasıyla aramıza (ve de onların kendi aralarına) sınırlar çizildi.
1910’ların İstanbul’unda bir kahvehaneye gitseydik, muhtemelen, Arapların imparatorluktan asla ayrılmayacaklarına, ayrılamayacaklarına inanan Osmanlı vatandaşlarıyla karşılaşacaktık. Onların muhayyilesine sığmayacak bir şeydi çünkü Ortadoğu’da ayrı ayrı bir sürü devletin oluşması. İstanbul’dan kalkıp da Hicaz’a engelsiz bir şekilde gidememek, onlarca imkânsızdı.
Ama ne oldu? Araplar “Yeter! Çok ezildik! Devletimizi kurmak istiyoruz!” dediler. Bu süreç, bölgemize sadece kan ve acı getirdi. Öncü siyasal kadroların heyecanlarının faturası, milyonlarca insana, umuda ve gözyaşına mal oldu.
Bugün, aradan yüz yıla yakın zaman geçtikten sonra, vizeleri filan kaldırarak, onca acının ardından birbirimizi anlamaya çalışarak, kaybettiğimiz imkânları yeniden kazanmaya çalışıyoruz. Ne kadar başarılı olabiliyoruz? Daha yolun başındayız. Aşılması gereken çok mesafe, kazanılması gereken çok gönül var. Epey ayrı düştük çünkü.
• • •
Yüzyıl öncesinin sızlanmalarını bugün Kürt kardeşlerimizden işitiyoruz. Dillerini konuşamamaktan, resmi şekilde kullanamamaktan, mahrum oldukları haklardan söz ediyorlar. Elbette haklılar. Elbette insanca yaşamak hepimizin hakkı. Bunu kimse kısıtlayamaz.
Ama bütün bu hakların alınmasının yolu, ırk temeline dayalı bir ulus devlet kurmak, bunu yapmak için de kan dökmek ve bölgede asla bitmeyecek husumetlere neden olmak mıdır? Yani Türk milliyetçiliğinden ve faşistliğinden kaçarken, Kürt milliyetçiliğine ve faşistliğine mi sığınacağız? Üçüncü bir yol yok mu? Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak, bu toprakların kaderi midir? Neden bazı şeyleri, deneme-yanılma yoluyla yaşamak istiyoruz ki? Yaşanan tecrübeler, bize ırk temelli iddiaların ancak acı getirdiğini yeterince göstermedi mi?
• • •
Bugün Türkler olarak özeleştiri yapıyoruz. Bize düşenleri yerine getirmeye çalışıyoruz. “Size karşı su-i taksirimiz olduysa lütfen bizi affedin. Yeter ki bu topraklarda kardeşçe yaşayalım. Irk temelli saçmalıklara kendimizi kaptırmayalım” diyoruz.
Bu, meselenin, bir Türk tarafından değerlendirilmiş biçimi. Pekala birileri “Lütfediyorsun! Ama böyle ele alman bile onur kırıcı” diyebilir. Ben de ona sadece şunu söyleyebilirim: “Dünyanın en karmaşık coğrafyasındayız. Burada ırk temelli bir iddia ancak yıkım ve bölünme getirir. Biz özeleştiriye hazırız. Ya siz?”
Fakat hayır. Kürt kardeşlerimizin birçoğu da, onları temsil eden (ama gerek inanç, gerekse yaşam biçimi olarak kesinlikle Kürt halkıyla ilgileri bulunmayan) siyasal kadrolar da, illâ yüz yıl öncesine geri dönüp, bütün o siyasal ve sosyal trajedileri silbaştan yaşama azminde görünüyorlar.
Ne denebilir ki? Belki de bazen, elimizdeki nimetin kadrini bilmemiz için onu kaybetmemiz gerekir.
Ama arada kaybedeceğimiz nesillerin, birbirine diş bileyen kardeşlerin, yaşanacak acıların, dökülecek gözyaşlarının hesabını kim verecek? Bugünün ‘kahraman’ları o zaman nerede olacaklar?
• • •
Nerelerde durduğumuzun ümit kırıcı bir göstergesi olarak, şu anekdotu aktararak bitireyim:
İslâmî duyarlılığına hayran olduğum bir Kürt arkadaşımla siyasal meseleleri konuşuyorduk bir gün. Kendisine özetle şunları söyledim:
“Bugün bir Kürt devleti kurulacak olsa, orada müslümanlar yine sıkıntı çekecekler. Sen zannediyor musun ki o devlet, kendi haline ve özgür bırakılacak? Burada cop yiyen, hakaret gören, hapse düşen müslümanlar, orada da aynısını yaşayacak...”
Ben bunları söylerken, arkadaşım sözümü kesti ve ekledi:
“Olsun abey, beni Türk polisi coplayacağına Kürt polisi coplasın!”