
"Ana gibi yâr olmaz, Bağdat gibi diyar olmaz" demişti atalar, dedeler. Bağdat’ın masallar diyarı olduğu zamanlardan bir hikâyeyi anlatacağım sizlere bugün. Hoş, uzun vakit olmuştu kelimelerle iki kelam hoş muhabbet etmeyeli...
Bağdatlı fakir bir adama büyük bir miras kalır. Adam onca malın, mülkün içeresinde yarınlar yokmuşçasına har vurup harman savurur. Gün gelir, elde avuçta hiçbir şey kalmamıştır. Varlık yerini yokluğa bırakmıştır. Adam pişmanlık içerisinde Allah’a yalvarmaya başlar.
“Allah’ım, bana para verdin, mülk verdin. Ben ise değerini bilemedim, hepsini tükettim. Ya bana bir geçim yolu daha göster ya da canımı al da kurtar beni...”
Adam o gece bir rüya görür, rüyasında Allah’ın dualarını kabul ettiği, Bağdat’tan Mısır’a gitmesi gerektiği ve oradaki defineyi bulması söylenir. Adam uykusundan uyanır uyanmaz rüyasındaki definenin peşine düşer. Issız çölleri aşar, kavurucu sıcakların altında definenin hayaliyle serinler. Uzunca bir yolculuktan sonra Mısır’a bitap halde varır. Aç ve susuz bir şekilde Kahire sokaklarında dolaşmaya başlar. Parası olmadığı için yiyecek bulamamıştır ve dilenmeye karar verir ancak gururuna yediremez, gece olmasını bekler.
O sıralarda Mısır’da iyice artan hırsızlık olaylarından dolayı Halife geceleri sokağa çıkmayı yasaklamıştır. Bekçiler sıkı sıkı tembihlenmiş, kimi sokakta görürlerse anında cezalandırmaları emredilmiştir. Ferman bu ya bekçiler de dört gözle şehri kolaçan ediyorlardır.
Bizim Bağdatlı kimsesiz sokaklarda dilenecek birilerini gözlerken bekçilere yakalanır. Bekçi feleğin çemberini hatırlatırcasına adamı döver. Adam bir yandan dayak yerken bir yandan da “Sokakta bu saatte ne işin var? Hırsızlık mı yapıyorsun? Kılık kıyafetin de pek yabancı. Kimlerdensin?” sözlerini işitir. Adam sözlerin ardından yalvarmaya başlar. “Ben buraların yabancısıyım, Bağdat’tan geldim, açım. Kimselere görünmeden dileniyordum.” deyince bekçi adamı dövmeyi bırakır. Sorar:
“Deli misin sen? Bir insan Bağdat’tan dilenmeye buralara mı gelir? Neden geldin? diye sorar.
Bunun üzerine adam rüyasında gördüğü defineyi bekçiye anlatır, onu aramaya geldiğini söyler. Bekçi adamı dinlerken kahkahalarla gülmeye başlamıştır. Adam sözünü bitirdiğinde bekçi:
“Sen bir düşe kapılıp tâ buralara kadar gelmişsin. Belli ki akılsız birisin. Ben de yıllardır aynı düşü görür dururum. ‘Bağdat’ta falan mahallede filan evin bahçesinde şöyle bir define var, git onu al’ derler de gidip almam. Aklım başımda benim, senin gibi aptal değilim” der.
Adam yediği dayakların acısını unutmuştur, çünkü bekçinin Bağdat’taki tarif ettiği ev adamın kendi evidir. Adam günün ağarmasını beklemeden aç ve susuz yollara düşer. Aştığı tepeleri yeniden aşar, kavurucu güneşin altında ilerlerken defineyi anımsayıp serinler ve evine varır. Evine vardığında defineyi bulur ve arzusuna kavuşur.
Mevlâna “Nasipse gelir Çin’den Yemen’den, nasip değilse kayar gider elinden” der. Varsa nasibinde dayak yerken bulursun aradığını, zira odun yanınca kül, insan yanınca kul olur. Belki ayağımızın dibinde olanı fark etmek için, önce çölleri aşmak, ateşinde kavrulmak gerekir, aç kalmak, susuz kalmak, gam çeken derviş misal yol gitmek gerekir. Nimete kavuşmak için külfet çekti Bağdatlı. Ayağa batan dikenler gülün habercisidir, müsterih olunuz. Selametle...