
2020 Şubat’ın sonları, akşam sekize doğru, yağmur ipil ipil yağıyor... İstanbul’un kirlenen her yeri bir yağmurla arınmaya çalışıyor gibiydi o gün. Her şey olanca normalliğiyle bir devinim halinde, insanlar her zamanki dünya koşturmacasında.
Pandemi başlamadan önce son kez olduğunu bilmeden İskender Pala’nın Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nde gerçekleştirdiği “Ezberlenecek Mısralar” konferansına katılmıştım. O gün İskender Pala, şerh ettiği “Avazeyi bu aleme Davud gibi sal/Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş” mısrası üzerine konuşurken, şuna benzer birkaç şey söylemişti: “Baksanıza, dünya bilmem kaç milyon insanın artığı, ne kadar çok üzerinde oynanmış. Ama kimse bu çirkin haliyle bile vazgeçemiyor.” Bir an kaşlarımı kaldırıp hayretle “gerçekten” dediğimi hatırlıyorum.
Öyle aslında. Şu zamanlar bunu çok daha iyi görebiliyoruz. Yaşamak yükü ne kadar ağır gelirse gelsin, şartlar ne olursa olsun, yaşamaktan vazgeçemiyoruz. Bizi hayata bağlayacak dalı daima arıyor, tutunacak bir dal bulamadığımızda, yaşamayı çoğu zaman yaşamamaya yeğliyoruz. Her gün şikâyet ettiğimiz hayatlarımız için elimizdeki her şeyi vermeye hazırız.
İstanbul mesela, çok fazla şey gördü geçirdi, bizden önce ne çok insan başka rüyalar, başka hülyalar içinde göçtü bu diyardan. Şunu çok duyarız: “Zor ama seviyoruz bu şehri.” Tam da dünya gibi işte, ne kadar zor olursa olsun, hayata yaşamayı sevdiğimiz için tutunuyoruz. Hayatın ellerinden sıkı sıkı tutuyor, bize bahşedilmiş ömrü hiçbir şeye değişemiyoruz…
Bu noktadan sonra sorulması zaruri bir soru tezahür ediyor bence: “Hangi insana ne kaldı dünyadan?” ya da “Hangi insandan ne kaldı dünyaya?” İlk sorunun cevabı kamyonlar dolusu ‘hiç’ galiba. Ya ikinci? Bu soru üzerine sayfalarca şey söylenir belki fakat şair ne güzel özetlemiş: “Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş.”