
"Bugün mevcut camilerimizde birçok minarelerimiz vardır ki, bunların yalnız bir teki, bir şehir ortasında o şehre ziynet ve mensup olduğu millete şeref vermeye kâfi gelecek kıymet ve hususiyetleri haizdir."
Nasıl ki yemek içmek gibi temel ve de basit eylemler insan ile yaşıttır ve devam edegelir; inanmak ve inanılan şeye adanmış olmak da insanın yaratılışından beri süregelen kavramlarıdır. İnandığı şey kişiyi bir karaktere büründürür ve şahsiyet kazandırır. Bununla beraber yine din ve din ritüellerinin icra edildiği mekanlar da yine insanlık tarihi kadar eskidir.
Bu din, dini yapı ve geleneksel üretim kavramları burada şimdilik dursun. Biz tanıdık bir muhite; Üsküp’e gidip bu kavramları arayalım.
Türkler millet olarak tarihin bilinen çoğu zamanında bir devlet kurmuş, bir medeniyet ve kültür icrasında bulunmuşlardır. Bize en yakın olan ve belki de en uzun ömür sürmüş devletimiz; canımız Osmanoğulları’dır. Ciddi bir bölgeye hükmetmiş ve envanterini dahi tutamadığımız kadar kültür mirası bırakmışlardır. Atalarımızın belki dinlerinden kaynaklı belki de karakteristik özelliğidir bilinmez hümanist bir yanları varmış ki; fethettiği hiçbir coğrafyada bir dayatma, bir sömürge, bir asimile etme derdine düşmemişler. Bu güçlü kültür ve medeniyet benliğinin de bir getirisi olabilir. Bu bir yandan modern dünyada takdir edilesi pozitif bir değer iken bir yandan da tartışmaya açık bir meseledir. Bunu en basit şuradan da idrak edebiliriz ki; daha çok yakın zamana kadar himayemizde olan Balkanlar’da bizden sonra neredeyse hiç Türk ya da İslam esintisi kalmamıştır. Ne dilimiz ne de dinimiz artık orada yaşamamaktadır. Oysa sömürü sevici bir İngiliz bu serüveni yaşamış olsa değil insanları kedi köpekleri dahi asimile etmiş idi. Araçlar Kıbrıs’taki gibi soldan gider, halk İngilizce konuşur, İngiliz sevici olurdu. Neyse.
Üsküp, beş yüz yılı aşkın Türk Şehri olarak yaşamıştır. Ve genel kimliğini bu dönemde kazanmıştır. Üsküp, İstanbul’dan daha eski bir İslam Şehri’dir. Lakin Balkan bölgesinin parçalanışı ile başlayan yozlaşma son zamanlarda saçma bir yere gelmiştir. Makedonya hükümeti bilinçle ve ısrarla Üsküp’teki kadim Türk ve İslam kültürünü yok etmek için şehri süratle hiçbir mimari karşılığı olmayan kiç bina ve heykellerle doldurmaya başlamıştır.
Şehir yetkililerce adeta bakımsız-geleneksel ve ışıltılı-modern olacak şekilde iki parçaya ayrılmıştır. Verilmek istenen imaj; bir yanı modern çağın renkli dünyasını diğer yanı geri kalmış gecekondu tarafını hatırlatmaktır. Bu epeydir de böyledir ki Yahya Kemal doğduğu şehir olan Üsküp için ‘Kaybolan Şehir’ diye bahsediyor.
Her ne ki bu devlet politikası kapsamında güçlü bir hamle de olsa mesele onların tahmin ettiği kadar kolay değildir. O yapılan ucube heykellerin, kamu yapılarının ne bir mimari karşılığı ne de bir medeniyet icra etme gücü olacaktır. Roma’nın, antik dönemin sütunlarını, üçgen alınlıklarını, koç boynuzu sütun başlıklarını kötü bir kopya ile oraya koymuş olmak insanı gülünç duruma düşürmekten öteye gidemez. Mesela Üsküp’e giden herkes bu bahsedilen dertle dağa dikilen dev haçı da görmüştür.
Üsküp, Türk Çarşısı’dır. Üsküp Taş Köprüsü, Mustafa Paşa Camisi’dir. Üsküp, Amerika ve Avrupa ülkelerince finanse edilerek dağa dikilen Milenyum Haçı ya da mantar gibi türeyen niteliksiz kiliseler değildir. Üsküp, İsa Bey Camisi’nin minaresidir.
Bunu biraz okumuş etmiş insan dahi anlayacaktır ki; gerçekten komik bir tavırdır. Üsküp’te minareye karşı haçı koymaya çalışmak bir geri kalmış ideoloji sinyalidir. Yobazlıktır. Bağnazlıktır. Taassuptur. Bu maalesef ki Osmanlı’nın çekildiği başkalarının doldurulduğu çoğu bölgede karşılaşılan mevcut bir reaksiyon şeklidir.
Geri kafalıyı, yobaz bir Avrupalıyı en çok rahatsız eden şey tartışmasız hep minare olmuştur. Avrupa’da yaşayan Müslümanlara zaman zaman ibadet için mekanlara izin verilmiş ama minare yapılmasını hiçbir zaman istememişlerdir. Ya da yapılsın da ne camiye ne de minareye benzesin minvalinde şeyler istenmiştir. Avrupa’daki minaresiz camiler bu anlamda küreselleşmenin uzlaşılan bir örneği olarak ortaya çıkar. Tamam globalleşelim lakin siz de şu İslam’ı ve de en somut görünürümüz minareyi bırakın. Bizim gibi olun; sorun olmasın. Sen sen ol, ben de ben. Yok o olmaz.
Sembolizmiyle öne çıkan tüm mimari ürünler gibi, caminin ürettiği anlamlar da barındırdığı pratiklerin önüne geçer. Ve minare bu anlamların en mühim temsil yeridir.
Cami ve minare ilişkisi, kilise ve kule ilişkisi gibi değildir. Kule yapı ile organik ve statik bağlı iken, minare yapıdan ayrı bir mimari elemandır. Bu ilişiksizlik durumu da her cami için yepyeni kombinasyonlara imkan sağlayan zenginliktir.
Cami yapısal bir fonksiyon icra yeri iken, Minare bir temsil ve görünürlük imgesidir. Son zamanlarda Avrupa kadar ülkemizde de minareler sembol ihtiva etmeyen (minareye benzemeyen) şekilde bu sorumluluktan kaçarak tasarlanıyor. Mimari yarışmalarda da, modern camilerde de hakeza. Star mimarlarımız bir çubuk dikiyor, bir prizma koyuyor ve bu bir minaredir diyorlar. İbadet pratiklerinin olmayışı, meseleyi hafife alan alaycı yanları ve belki de İslam ve doğuya olan nefretleri onları bu duruma itiyor bilemiyoruz ama yaptıkları şey bir cami, minare değil; bir kütle, obje, heykel, grafiti, oran çalışmasıdır. Ya da bir komplekstir ki onları tıpkı Avrupalı gibi minaresiz camiler yapmaya götürüyor.
Namaz vakti için zihninden refere edilmiş yerler arayan, cami arayan kullanıcının bu isteğini karşılayamaması durumunda burada tasarım kusuru vücut bulur. Üzerine Vav, Allah gibi Arapça lügatler yazarak ‘ben bir minareyim’ diyen hiçbir tasarım, minarenin fonksiyonunu yerine getiremez.
Tüm bu bilgiler bağlamında minare konusu; İslam’ın temsiline, bölgenin kültür ve iklimine, zihinlerdeki algıya uygun olarak ve bu kültür yolculuğundaki yerini alarak tasarlanmalıdır.
Minare, İslam dini yapı konusundan da bağımsız altı oldukça dolu bir meseledir. Devam eden kültür ve medeniyet bağlamında kendisine hep yer bulmuş ve de değişikliğe uğramadan gelmiştir. Minarenin ihtiva ettiği manayı, son yüzyıllarda kesilen bu kültür yolculuğu minare tasarımı konusunda geri atılamayacak bir referanstır. Mimarlık öğrencilerine ve meraklısına duyurulur.
Fonksiyon olarak sadece müezzinin yüksek yerden ezan okunması için tasarlanan bir öge değildir; dışarıdan bölge halkı nezdinde ibadet mekânı sembolü olmak da minarenin bir işlevidir.
İlk dönem mimarlık tarihimizin mühim insanlarından Sedat Çetintaş’ın konu hakkında şöyle bir sözü vardır;
‘Bugün mevcut camilerimizde birçok minarelerimiz vardır ki, bunların yalnız bir teki, bir şehir ortasında o şehre ziynet ve mensup olduğu millete şeref vermeye kâfi gelecek kıymet ve hususiyetleri haizdir.’
Yani Mustafa Paşa Camisi’nin minaresi orda durduğu sürece Üsküp bizimdir. Bir asır sonra yeni yapılan kaplama zavallı kamu yapıları yıkılıp unutulup gidecektir.
Evet, tanıdık muhit Üsküp’e gelip aradığımız din, dini yapı ve geleneksel üretim kavramlarını şimdi tekrar düşünelim. Mimarlık, içerisinde siyaset, sanat, tarih, ideoloji, emperyalizm gibi pek çok kavramı barındıran ve de bunlardan ayrı düşünülemeyecek bir meseledir.
Evet, tüm kavramlar bağlamında, sembolizm ve ideoloji sinyalinde; Üsküp, Milenyum Haçı değildir. Üsküp, Mustafa Paşa Camisi’nin minaresidir.
Evet, Üsküp tam da bu minare konusunun temsil bağlamındaki faşizm ve de yobaz Avrupalı ile mücadelesidir.