“Her şeyi olduğu gibi görmüyoruz, onları olduğumuz gibi görüyoruz.” (Anais Nin)
Geçen bir yılın muhasebesini yapmak adettendir lakin 2020 senesi, bu manada farklılığını tarih boyunca sürdürecek görünüyor.
3 Ocak’ta İranlı General Süleymani’nin öldürülmesiyle birlikte, Tahran sokaklarının dolup taşması henüz anlaşılmamış iken, ayın sonuna doğru Çin’den gelen virüs haberleriyle görünmeyen bir elin dünyayı dize getireceği tahmin edilmiyordu elbet.
28 Ocak’ta, kendi basketbol serüvenini anlatan “Dear Basketball” kısa filmiyle Oscar ödülünü alan Kobe Bryant ve kızı bir helikopter kazasında vefat ettiğinde, “Onsuz basketbol bir daha asla aynı olmayacak” cümlesi terennüm edilmişti. Nihayet ayın son gününde, İngiltere’nin hayali maksudumuz olan Avrupa Birliği’nden ayrılmasına şaşırdık, bir ayda bu kadar değişiklik esaslı bir zaman dilimine girdiğimizin göstergesi midir diye düşünmeden edemedik.
17 Mart tarihinde CNN ekranları, “Artık hiçbir şey aynı olmayacak” derken, “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” sorusu zihinlere çarptı. Dünya Sağlık Örgütü tarafından pandemi diye isimlendirilen bir görünmez elçi, yeryüzünü dolaşmaya azmu cezmu kast etmişti. Yeryüzü sessizleşti, insan sahneden ayrıldı. Uçaklar boşalıp, şehir merkezleri kepenkleri kapatırken, global borsa en kötü gününü kaydetti.
Herkes şaşkındı doğrusu, karantinada ölenler artarken, Paris’teki insanların yarısının yalnız yaşadığını bilmiyorduk. Birileri bir açıklama yapmalı değil miydi, ne oluyordu ve daha neler olacakt? Bizden ne isteniyordu?
Evet bilmediğimiz çok şey vardı. Ne eğitimini almış olanlar, ne de maskesini hazır bulunduranlar öngöremedi. Nasıl yağmur yağarken ıslanıyor ve kış gelince üşüyorsak, yaşamamızın da bir ölçüsü vardı demek. Hayat ölümle yaşanırmış meğer. “Yeni normal” terimi girdi hayatımıza ve evinde oturmak bunların en önde geleniydi. Evim evim güzel evim...
Son yıllarda herşeyin küresel ölçekte yaşanmasına alışmaya çalışıyorduk, “Bu bize ait bir problem değil” diyemiyorduk artık. Buna hazır mıydık, tartacak vaktimiz olmadı. Sistemin içinde dijitalleşme henüz yerleşmemiş iken, çocuklarımız aletlerin kurgusunu çoktan keşfetmişti. Yaşanmışlıkla paralel giden “nature-nurture” dengesi en alttan silkeleniverdi.
Artık bilenler yaşamamış, bedelini ödememiş olanlardı, kimse onlara nasıl yaklaşılacağını bilmiyordu ve onca bilgi çöplüğü içinde kimse ne yapacağını bilemiyordu. G. Özcan’ın hikmetli satırlarında dile getirdiği gibi, dünya ıssız biz gezegen haline gelmişti neredeyse. İçindeki herkes bedenleriyle değilse bile zihinleriyle başka bir sanal gezegende yaşıyordu. Dünyaya açılmak aslında bir ferahlık vermişti, değişecekti ve gelişecekti her şey. Nihayet musibeti de tam küresel ölçekte yaşıyorduk.
Şubat’ta, polis botu altında “I can’t breathe” diyerek can veren George Floyd’un sözü tüm dünyanın gerçeği oluverdi. ”Bir cana kıyan bütün insanlığı..” kutsal kelamı hızla yayıldı, acillerde yer kalmadı denildi.
“Anladım ki” diye başlayan cümleler kurulmasını istedi öğretmen. Öğrenci el kaldırarak, “hocam, her dilden ve her dinden insanın dünyasına girebiliyorken, beni taklidi imana çağırmayın” dedi. Sığınacak bir yer olmalı değil miydi, değişmeyen ve hakiki olan?
“Evet” diyerek gülümsedi öğretmen, “İman ettiğimiz şey, hangimizin daha iyi iş yapacağını göstermek için burada olduğumuzdur. Köpükler gider, kalanlar ise dibe çökenlerdir. İyiliktir yaşayanların paydasını eşitleyen.”
Sen ki, “merhamet, belki aşktan da üstündür” diyen ey şair! Melodiler “I just want to live” diye çınlarken, yaşıyorum ya bu benim lütfum sandım. Her şeyi istediğim gibi vermelisin, beni memnun etmelisin diye yanıldım. Bilemedim Ya Erhamer Rahimin!