Gün geçmiyor ki sosyal medyada kültür sanatın Türkiye’de hangi cenahın uhdesinde olduğu meselesi tartışılmasın. Delinin birinin kuyuya taşı atmasıyla bir gürültüdür kopuyor, örnekler havada uçuşuyor, herkes neler yaptığını ispat gayretiyle ortaya bir şeyler söylüyor. Geçen ay yine benzer bir tartışma gündemi meşgul ederken, bu kısır tartışmanın artık gülünç olmaktan ziyade acı bir tebessüm oluşturmaya başladığını fark ettim.
Ülkemizde her dönem siyaset sosu ile albeni kazanan ve kasaba zihniyetiyle değeri ölçülen sanatın ve bu sözüm ona sanatı icra eden çevrelerin üstünlük iddiası yeni değil. Modern sanatlarla meşgul birçok ismin ite kaka Edirne’ye kadar adını duyurabildiğini, yaptıklarını değerli kılmak için spot ışıklarını sürekli birbirlerine çevirdikleri akıl sahibi her insanın malumu. Peki, karşılık bulmayan her şeyin iki dakika hayat hakkı olmadığı günümüzde tüm bu isimler nasıl oluyor da gözümüzün önünden gitmiyor ve üstüne bizleri her fırsatta meşgul ediyor? Sanatın sadece bir seçkin uğraşı olduğunu iddia edemem, ama sanat seçkin bir uğraştır diyebilirim kolaylıkla. Böyle seçkin bir uğraşın icracısı manasına gelen sanatçı kelimesini yolda bulmuş gibi dağıtmamız sorumuzun cevaplarından bir tanesi. Diğer cevap ise her konuyu sokak kavgasına çevirme alışkanlığımız. Mahallede kavga görünce “bizim çocuklar dayak yemesin” diye yapmadığımız absürtlük, göz yummadığımız beceriksizlik kalmıyor. Türkiye’de tüm çevrelerin ortak noktası bunlar olsa gerek, kendi işi ile ilgilenmemek ve vasat altı işlerin çeşitli kaygılarla yüceltilmesi.
Mevzu büyük, yerimiz küçük; lafın tamamı da zaten size söylenmez. Mevzimizi korumak adına kabilecilik yapmaya devam ettikçe, kültür dünyamızdan ve sanatımızdan ümitvar olmak beyhude bir çaba olacaktır.