
O gün akşamüzeri, gövdemi delip geçen o sancıyla beraber yola yürüyorum. Hava kararmak üzere. Boğazımda bir yük taşır vaziyette, nereye vardığını bilmediğim kaldırımın üzerinde saatlerdir yol kat ediyorum. Avuçlarımın içleri hala nemli. Derime çarpıp geçen şiddetli rüzgar, zihnimin dağılmasına sebep oluyor, beni hapseden o müziç düşünceden alıp varlığını tekrar tekrar hatırlatıyor. Bir süre daha yürüyorum.
İnsanların yüzümü okuyamaması için bakışlarımı sık sık yere indiriyor, kol çantamın ipini sıktığımı ara sıra fark edip, omuzlarımı geriye iterek rahatlamaya çalışıyorum. Vücudumda, beni hala yoklayan o sancıya ilk mağlup olmaya başlayan bacaklarım oluyor. Yürüdüğüm kaldırımda yalpalayarak, oturabilecek bir taş üstünde nemli avuçlarımı gözlerime bastırıyorum. Doğrulup başım havada, bir müddet gözlerimi açıp kapatıyorum. Karıncalanan göz kapaklarımı ellerimin üzeriyle ovuşturuyorum.
Oturduğum yerde bir süre hareketsiz kalmışken, önümden geçip giden insanların, hüznü de sevinci de saklayabilen donuk yüzlerine bakışlarım takılıyor. Sonra tüm yargısıyla üzerime yığılan dünyayı düşünüyorum. Birkaç saat önce yaşadığım o dakikaları. Müsebbibi ben olduğum, ellerimle dokunduğum, ellerimle inşa ettiğim ve yine ellerimle bozduğum bir yığın şey oluyor diyorum kendi kendime oturduğum taşın üzerinde. Faili ben olduğum onca şeyde, şartların ve sebeplerin bir çırpıda beni büyük vukuatlara sürüklediği, yine aynı hızla yalnız bıraktığı oluyor birçok zaman. Fakat insanlar, faili fail yapan onca şeyi bir kenara bırakıp hep zahirin gölgesine takılı kalıyorlar. Ezcümle; yerden kaldırdığım bir taşın daha önce ayağımı acıttığını kimsenin görmediği gibi, kimsenin kopardığım gülün kaç parmak kanattığını bilmediği gibi.
"İnsanlar anlamıyor." diyorum önümde yürüyen kalabalığa bakıp; "İnsanlar neyi anladı ki."
Hala nemli olan avucuma değen soğuk rüzgarın tesiriyle dağılıyor zihnim. Yan tarafımda beni taklit eder gibi, durmuş aynı yöne baktığını gördüğüm kedinin başını okşuyorum. Ellerimdeki takallüsü ve soğukluğu, sıcak gövdesine değdiğimde fark ediyorum.
O gün hava kararıp, civar esnafı sandalyelerini içeri almaya başladıklarında, adı tabelaya mor led ışıklarla yazılmış küçük bir kafeye oturuyorum. Evli olduklarını düşündüğüm bir çift duruyor kasanın başında. Adam gözünü karşıdaki televizyona dikmiş, taburesinin üstünde akşam haberlerini izliyor. Kadın muhtemelen ellilerinin sonunda, yüzü biraz donuk. Girdiğimde bana "Hoşgeldin kızım." diyor. Başımla selam verip bir çay söyleyerek oturuyorum. Önümde başındaki ağrıyı dindirmeye çalışır gibi, baş parmağını kuvvetle alnında gezdiren bir adam oturuyor. Yüzünü çok net göremesem de ara sıra o da kafasını kaldırıp televizyondaki haberleri seyrediyor. Hemen sağına oturduğum yıllanmış ahşap kitaplığın üzerinden rastgele bir kitap alıp karıştırıyorum. Az sonra kadın, donuk yüzüne zoraki bir gülümseme yerleştirerek yanıma gelip çayımı masaya bırakıyor. Tam gidecekken elimdeki kitabı fark edip; "Güzeldir." diyor, gözleriyle kitaplığı işaret ederek. "Hatta oradakiler arasında en güzeli. Dilersen yanında götür, yük hafifletir."
Ani bir şaşkınlık halinde, aynı gülümsemeyle karşılık verip teşekkür ediyorum. O akşam eve dönerken, orda bulunan kadına dair maziye dayanan bir hatıra hissediyorum içimde. Sanki başka bir yerde başka bir şekilde, müşterek yaşadığımız bir olayın izlerini hatırlatıyor bana kurduğumuz kısa diyalog.
Eve geldiğimde halletmem gereken onca işi bir kenara bırakıp elimde kitap, koltuğun üstüne oturuyorum. Göğsümde, o sancının yerini bıraktığı garip heyecanla, birinci sayfanın altı sarı bir kalemle çizili olan ilk cümlesini okuyorum:
"Beni en çok suçtan arınmışlığım tedirgin ediyor."