
S. Bilgehan Eren
Türk tiyatrosunun kilit taşlarından biri olan Muhsin Ertuğrul, tamamına yakını dünyaca bilinen yazarlara ait olmak üzere 50’den fazla oyunu sahneye koyar, yönetir. Kendi oynadığı oyunlar içinde ise sadece iki Türk yazar vardır ki biri Necip Fazıl’dır.
2017 yılının Aralık ayında Genç’te yayımlanan yazımdan, hafızaları tazelemeyi de gaye edinerek, bir iktibas ile mevzuumuza giriş yapalım:
«Üstad Necip Fazıl’ın kitaplık çaptaki eserlerinin önemli verimlerinden biri de şüphe yok ki tiyatro oyunlarıdır. Zira “sanat şekilleri içinde bence en büyük keşif tiyatro” diyen Üstad; fikirci ve aksiyoncu sanatkârın, tiyatrodan başka hiçbir kaynakta susuzluğunu gideremeyeceğini ve esrarlı dört köşe diye tarif ettiği tiyatro sahnesinin, cemiyet yoğurucusunun “tez”inin maddeye aktarılmış hâli olduğunu söyler.
Nasıl ki yayımladığı gazeteler yasaklanmış, üniversite kürsülerinden dışarı çıkarılmış, verdiği konferanslar, yazdığı şiir ve yazılar tahkikata uğramış ve hapis cezaları almışsa, işte tam da bu hakikatten ötürü Türk (!) tiyatrosu yıllarca kapılarını görünürde Necip Fazıl’a, hakikatte ise Anadolu insanın mânâ köküne kapatmıştır. Bir ülkenin millî tiyatrosunu düşünün ki; o ülkenin en soylu, en çilekeş, en millî sanatkârlarından birinin kalemine ambargo koymuştur. Her şeyi baş aşağı çeviren Sovyet Devrimi; Gogol’un, Çehov’un oyunlarına kucak açarken ve bunu bir zenginlik sayarken, bizde lafta hürriyetçi, özde kendinden başkasına tahammülü olmayan tekelci bir zihniyet peyda olmuştur.
İmdi bu satırların yazarı 41 yaşındadır ve bu yaşa kadar Necip Fazıl’ın 16 tiyatro eserinden sadece dördünü sahnede izleyebilmiştir. Bu girizgâhtan sonra hemen belirtelim ki bu yazı, İBB Şehir Tiyatroları’nda izleme imkânı bulduğumuz, o dördüncü oyunla, Reis Bey ile ilgili.»
Evet yaklaşık iki yıl önce Aralık 2017 tarihinde bunları yazmıştık. Yaşadığı dönemde de kendisine ambargo konulmasından, yasaklanmasından bahsetmiştik. Bir Fransız gazetecinin ifadesiyle “mahpusluk yılları akademideki yıllardan fazla olan mütefekkir”; Necip Fazıl Kısakürek… Yaşadığı çağa fikir ve aksiyon mührünü vuran, kitlelerin salonlarda ve meydanlarda ona haykırdığı isimle Üstad!..
Üstad; kelimenin üstüne çıkmış bir lisan, remz şahsiyet, bir dünya görüşü… İşte bu dünya görüşünün tiyatro kürsüsünden seslenmemesi de düşünülemezdi.
Yunanca “theatron”dan gelen (Fransızcası “theatre”, İngilizcesi “theater”) tiyatro, gösteri sahası demek, bir gösterinin çerçevelendiği saha.
Tiyatro insanoğluna aksiyonun taklidini veren hayat çerçevesinin bir nevi tecellisi ve tahayyülü. Aksiyon derken de elbette merkezinde bir fikir var. Fikrin hareket kazanması; ses, şekil, suret bulması.
Bu ölçüyle tiyatro, Üstad’ın ifadesiyle “sanat şekilleri içinde insanoğlunun en önemli buluşlarından biridir”. Zira kelâmın üç buudlu hâlidir.
Bu keşifte ise Doğu’nun hiçbir hissesi yoktur. Tamamıyla Avrupaî ve Eski Yunanlıdır. Nasıl ki Eski Yunan’da felsefede Sokrates, Eflatun, Aristo varsa; tiyatroda da Eski Yunan’da işte böyle üçlü bir sac ayağı vardır: Eshilos, Sofokles, Euripides. Bu saydığımız isimler milattan önce elbette… Peşinden Yunanlı Aristofanes’ten, Roma’da Titus Maccius Plautus’a kadar gider. Ve şu an isimlerini bildiğimiz-saydığımız; Moliere’den Shakespeare’e, Corneille’den Racine’e, Voltaire’den Schiller’e, Brecht’ten İbsen’e kadar birçok önemli isim…
Bizde ise 1914 yılında İstanbul Belediye Başkanı Cemil (Topuzlu) Paşa’nın himayesinde “güzellikler evi” anlamına gelen Dârülbedâyi kurulur. Başlangıçta türlü sıkıntılar yaşansa da 1931’de Şehir Tiyatrosu; semt tiyatroları açıldıktan sonra da Şehir Tiyatroları adını alır.
Muhsin Ertuğrul’un yönetimde aktif olarak rol almasından sonra, daha önceki basit komedi ve bulvar oyunları yerine tiyatro tarihinin büyük oyunları repertuvara alınır. Shakespeare, Schiller, Moliere, Çehov, İbsen, Tolstoy, Strindberg gibi yabancı büyük yazarların yanı sıra Musahipzâde Celâl, Abdülhak Hâmid, Halit Fahri, Ömer Seyfeddin, Nâzım Hikmet, Faruk Nafiz, Yakup Kadri gibi Türk yazarları da yer bulur; 1927-1930 yılları arasında on yedi yerli oyun sahnelenir.
Türk tiyatrosunun kilit taşlarından biri olan Muhsin Ertuğrul, tamamına yakını dünyaca bilinen yazarlara ait olmak üzere 50’den fazla oyunu sahneye koyar, yönetir. Kendi oynadığı oyunlar içinde ise sadece iki Türk yazar vardır ki biri Necip Fazıl’dır.
Üstad’ın ilk tiyatro eseri olan “Tohum”u ve sonrasında Üstad’ın “sadece imanın eseri” dediği “Bir Adam Yaratmak”ı fiilen oynar, hatta birkaç oyuna 39 derece ateşle hasta olarak bile çıkar. 1937-1938 yıllarında sahnelenen “Bir Adam Yaratmak” çok büyük bir ilgi görür. Fakat ne olduysa ondan sonra olur… Üstad, fikir olarak değil ama sahnede bir oyuncu olarak takdir ettiği Muhsin Ertuğrul’a, “Ahşap Konak” isimli oyununu yazıp verir. Aradan bir hayli zaman geçer ve Muhsin Ertuğrul, Üstad’ı arar: “Ben ondaki binaya, çatıya, kuruluşa ve söz kıymetine ve vakaya hiçbir eserde rastlamadım hayatımda…
Fakat, açık konuşuyorum, ben bunu oynayamam. Bu benim dâvama zıttır.”
Devamını Üstad’dan takip edelim:
«Korktu; yeni nesiller indirir diye… Tiyatroda o da var. Evet… Hemen elimi uzattım, dedim ki:
“- Elini sıkayım; çünkü sen halis olarak bütün mahrumluğunu, her şeyi söyleyen adamsın. Hiç olmazsa bana rol oynamıyorsun!..”
“- Bir eser yaz bana, dedi; yine dâvanı koy istersen fakat belli etme; sanatı başa al ve ben bu 70 yaşıma rağmen, çıkayım sahneye!..”
Gittim, “Reis Bey”i yazdım; okudum. Aynen “Bir Adam Yaratmak”ta olduğu gibi o kadar ağladı ki, yüzü kabuk kabuk oldu, gözyaşından… “Derhal” dedi..
Üç gün sonra görüştük:
“- Oynayamam ben, dedi, çünkü sahnede ölürüm, bunun devamı lâzım, bu büyük bir muvaffakiyet.”
O aktöre, bu aktöre filan, kime vereyim derken, birine veriyor. O da diyor ki:
“- Necip Fazıl, Shakespeare ayarında bile olsa, ben onun eserini oynamam!”
Yani İslâmî tarafımız, yakında bakkala da sirayet etmeye hazır bulunan bu tarafımız tiyatroda eserimizin bütün üstünlüğünün takdirine rağmen oynanılmasına mânidir. Ve bununla iftihar ediyoruz. Elhamdülillah…»
“Hikmet, müminin yitik malıdır; nerede bulursa alır.” diye buyuruyor Allah Resûlü… Buna nisbetle, işte tiyatro çok büyük bir içtimaî telkin kürsüsü; elbette tam mânâsıyla hakkını verip ve ölçüler dahilinde kendine mâl ettikten sonra.
Üstad Necip Fazıl, dün oynanmıyordu, bugün yine oynanmıyor. Bunda oynatmayanlar ve oynamayanlar kadar, hatta belki de daha fazla, sözde oynanmasını isteyenlerin de kabahati vardır. İslâmî moda, İslâmî tatil gibi birçok sahte tanım üreten; arsaya parsaya geldiği vakit fır dönen mahalle sakinleri, kültür-sanat işlerinde bir kez daha gördük ki çok çok zayıf. Öyle olmasaydı, bu zamana kadar yüzlerce “İslâmî site” (!) kuran zihniyet, bir özel tiyatro açar ve orada da başrolü Necip Fazıl oyunlarına verirdi. Demek ki böyle bir sahici derdimiz yok.
Bitirirken son nokta olarak şunun da altını çizelim. Necip Fazıl, Mustafa Kutlu, İskender Pala gibi adamların tiyatro repertuvarından çıkarılması, algı operasyonu çeken “israf söylemleri” dışında, asıl olarak bize; “herkesi kucaklayıcı sözde hoşgörünün iflası, esas hakikatin de israfı”ndan başka bir şey söylemez. Umarım mesele anlaşılıyordur. Ve umarım, her devrin yasaklı adamı Necip Fazıl gibi bir fikir ve aksiyon devinin, tel örgülerle kuşatılamayacağı da kavranıyordur.
Zira tarihin hiçbir devrinde, dev fikirlerin, cücelerin üflemesiyle buharlaşıp ortadan kalktığı görülmemiştir.
Bu noktada hayatî sual şudur:
“Rahminde cemiyetin, ben doğum sancısıyım;
Mukaddes emânetin, dönmez dâvâcısıyım.”
diye seslenen Üstad’ın bu düsturuna biz ne kadar muhatabız?!.. Bunun nefs muhasebesini yapalım…