Abdullah Güner
Hayatın`konjonktürü`,sinemamıza sızmayı sürdürüyor. Geçmişe nazaran içi doldurulmuş, karakter derinliği oluşturulmuş imam, müezzin, din adamı vs, tiplemelerinden sonra, ana kahramanı `türbanlı` bir kız olan `Büşra` adlı yapımda sıra… Ne dersin abi neden çekilir böyle bir film?
Şimdi öncelikle her konjonktürün dayandığı bir strüktür var. Bu önemli bir mesele ve iyi anlaşılmalı, doğru etüt edilmeli. Konjonktür dediğimiz daha çok sonuçla ilgili bir şey. Esas çıkış yeri neresi? Strüktür, “yapı” yani bu önemli… Hangi toplum yapısı?... Örneğin böyle bir film 80`lerde çekilebilir miydi? Çok anlamsız olurdu, hiçbir karşılığı olmazdı. Fakat bugün öyle veya böyle, bir karşılığı var. Karakterlerin içinin doldurulmasına gelince, bu bir aksiyon filmi değil. Daha çok psikolojik bir şey. Dolayısıyla burada karakterlerin içini de doldurman lazım. Zaten mesaj kaygısı taşıyorsun, bu mesajı verebilmen içinse elden geldiğince doldurulmalıdır. He doldurulmuş mudur, iyi doldurulmuş mudur, yahut doğru doldurmuş mudur bu tartışılır… “Böyle bir film neden çekilir?” soruna gelelim. Bu tarz filmlerin başarısı, bu başarıyı tırnak içinde söylüyorum elbet, madem gişeyle ölçülüyor; sansasyon yaratarak gişe yapmak, para kazanmak. Ve hemen akabinde de zaman zaman toplum mühendisliği, bilinçaltına çalışmak. Yani net soru şu aslında, bu film esas noktasında hangi toplumsal yaramıza parmak basıyor? Aslında hiç! Ne yani, türbanlı kızların, liberal çocuklarla aşk yaşayamamasını mı gündeme getiriyor? Parkta öpüşememelerini mi, yoksa ulu orta dans edememelerini mi? Böyle bir şey yok! Film eğer Güneydoğu`da 12 yaşındaki kızların zorla evlendirilmelerini anlatsa, böyle bir boyuttan söz edebilirdik. Yani toplumsal mevzulardan… Ama bunda öyle bir şey yok. Çelişkilerle dolu modern bir aşk hikayesi.
Filmin en dikkat çekici temel fonksiyonu gerçeklikten çokça beslenmesi. Hayatımızda böyle tipler mevcut mudur?
Sence? : Ferit, Büşra, Yaman, Selen, Alara yok mu hayatımızda. Yüzde 1`dir, 2`dir belki ama böyle insanlar var yani… Hepsinden en az beşer onar tane tanıdım farklı vesilelerle… Fakat şuna da bir şerh koymak istiyorum, malum beyazperde bir ayna aslında. Ve bu aynada önce yönetmen-senarist kendi gerçekliklerini görüyorlar önce. Sonra da onu bize gösteriyorlar. Yani hep söylerim ya, gerçeklikle hakikat ayrı şeylerdir diye. Yönetmen, o aynada kendini görüyor, kendi bakış açısı yansıyor o aynaya… Herkes farklı bir şey görür aynada. Ama aynanın da bir hakikati var aslında… Herkesin farklı gerçekliğinin üzerindeki tek bir saf hakikat.
Yalnız Değilsiniz, The İmam, Takva örneklerinden hangisine daha yakın bu film?
Şimdi öncelikle bu saydığın filmlerden aslında hiçbirisi değil. Ama illaki birine yakın duracaksa, bence Takva`ya yakın duruyor. Ama “Yalnız Değilsiniz” bambaşkaydı. Dünyanın en kötü çekilmiş filmi olsa bile onda bir mânâ vardı. Büşra`da ise sadece eyyamcılık. Hatta hedonizm, haz, özgürlük vesaire… “Yalnız Değilsiniz”deki hanım, Allah`a kul olmaya çalışıyordu, Büşra ise hür olma peşinde. Jung`un bir sözü geldi şimdi aklıma, “kul olmak, hür olmaktır” Büşra böyle bir hürriyet peşinde değil. Bu çok açık.