Bir tarafta hayatlarıyla destan yazanlar, ebedi saadeti kazanıp köşe olanlar, binlerce hayata hayat verenler, hayatın doruklarında yaşayanlar, hayata bambaşka bir mana derinliği katanlar… Öbür yanda hayatını bir böcekten, bir sehpadan, bir elbise askısından farksız yaşayanlar: Tek farkı daha hareketli ve eğlenceli geçen günler…
imdi siz diyeceksiniz ki: “Bu eleman kafayı iyiden iyiye bozdu.”
Yok! Öyle olmadı. Daha bozmadım. Fakat samimi olarak söylemek isterim ki, zaman zaman şunu düşünmüyor değilim:
“Hayvan olmak mı daha iyi? Yoksa insan olmak mı?”
Peki ben bu noktaya nereden geldim?
Nisan ayı için güzel bir kutlu doğum yazısı yazayım istedim. Fakat insanın kafası tersine işleyince doğru düzgün konularda bile farklı sonuçlara ulaşabiliyor.
Yazım için araştırma yaparken önce karşıma şöyle bir hatıra çıktı:
“Güzel bir nisan ayının belki de en güzel gününde, velâdet-i nebî vesilesiyle feyizli mi feyizli, nurlu mu nurlu enfes bir sohbet yapılıyormuş. Hani demiş ya şâir:
Keşki sevdiğimi sevse kamu halk-ı cihân.
Sözümüz cümle hemân kıssa-i cânân olsa
Anlatılan kıssa-i cânân ile büyülenen bir gencin, gönlündeki hissiyatına tercüman olamayan dilinden şu sözler dökülüvermiş:
— Keşke Peygamberimiz`in (s.a.v.) devesi olsaydım…
Meclisteki hazır bulunan pek bilmişlerden biri, hâliyle müdahale etmiş:
— Ümmeti olman yetmiyor mu?”
Laf mı bu şimdi? Buram buram polemik kokan bu cevap benim bütün düşünce sistemimi alt üst etmeye yetti de arttı bile.
Eğer maksat burada işi çokbilmişliğe vurup birbirini susturmaya çalışmaksa pekâlâ şu cevap da verilebilir:
- Evet ümmeti olmak yetmiyor. Mâdem ki ümmet kelimesi ümmet-i davet ve ümmet-i icabet olarak ikiye ayrılıyor. Bütün gayr-ı müslimler de Allah Rasûlu’nün getirdiği dine davet edilecek insanlar olmaları hasebiyle onun ümmeti (ümmet-i davet) oluyorlar…
Peki sadece ümmet olmak yetmiyorsa ne gerekiyor peki?
Esas mesele bir insanın kendini bağlı kabul ettiği kişiyle arasındaki alakanın kuvveti. Allah Resûlü ile aranızda kopmaz, esnemez, yamulmaz bir bağ olacak ve bu hiç kırılmayacak.
Hani bir an için farzedin…
Her Müslümana ümmet-card diye bir kart verilse… Bir nevî kredi kartı. Ümmet-card’ımızın limiti ne olurdu? Geçerliliği olur muydu?
Öncelikle kendimi dâhil ederekten diyeyim ki, ümmet-i Muhammedin kahir ekseriyetinin bilumum salih amelleri haczedilirdi. Sonra da kredi kartı borcundan dolayı hepimiz cehennemin dibini boylardık. (Borç affı istisnadır.)
Kredi kartı ekstresini ve taksitlerini hesap ettiğimiz kadar ahiret hesabından endişe etmediğimiz müddetçe, bizden ne kadar “ümmet” olur bilemiyorum. İslam-Bank diye bir finans kurumu kurulursa, olsa olsa iyi bir banka müşterisi oluruz, o kadar. Zira insan olarak yaşadığımız hayat, hep değersiz metaların müşteriliğinden ibaret olunca “keşke Peygamberimiz’in devesi olsaydım.” diye hayıflanan gencin temennîsi çok mânidâr geliyor insana!
“İnsanlık neyine yetmiyor kardeşim!” demeyin hemen siz de… Sadece kendinize yeten insanlığınızla yetinmeyin, onun da fazlası var çünkü. Nâmık Kemâl demiş ya:
Yüksel ki yerin bu yer değildir.
Dünyaya gelmek hüner değildir.
İnsanlık dediğin, her insana doğuştan eşit olarak dağıtılan birkaç kuruşluk sermayeden başka nedir ki? Sen bu sermâyeyi doğru yatırımlara yönlendirip hiç tükenmeyecek bir servete çeviremedikten sonra, kaç kuruşluk insanlığın var ki gönlünce harcayarak zevkini sefâsını süreceksin?
İstersen sana bir insan, bir de hayvan arasında yaşanmış bir hatıra nakledeyim de dünyaya gelenler ne hünerler sergilemişler bir düşün, ne dersin?
Peygamber Efendimizin (s.a.v.) azatlı kölesi Sefîne (r.a.) anlatıyor:
Denize açılmıştım. Fırtına çıkınca bindiğim gemi parçalandı. Bir tahta parçasına tutundum da böylece boğulmaktan kurtuldum. Derken dalgalar beni ağaçlarla kaplı bir kıyıya sürükledi. Her şey güzel de, burada bir sürü aslan yaşıyordu. Bir de ne göreyim! Aslanların biri beni parçalamakiçin üzerime doğru geliyor. Ona dedim ki:
“-Ey Aslan! Ben Rasûlullâh’ın azatlı kölesiyim. Durumum şöyle şöyledir, başıma şu hâller geldi.”
Bunun üzerine aslan döndü, başını eğerek yavaşça yanıma yaklaştı. Omuzları ile iterek beni sık ağaçların arasında çıkardı. Önüme düşerek bana yol gösterdi. Ayrılma vakti gelince hafif bir sesle kükremeye başladı. Anladım ki beni uğurluyor. Bu onu son görüşüm oldu.
Hadi bakalım! Hodri meydan! İslamlığına, insanlığına güvenen var mı?
Gerçi aslan bulması zor olur. Zaten aslanın karşısına çıkacak yürek kimde var ki? Bir alman kurdu veya pitbull da işimizi görür pekâlâ… Gidip hayvanın karşısında diyeceğiz ki:
- Ey köpek kardeş! Bak bana dokunma! Ben Allah Resûlü’nün ümmetindenim…
Halep oradaysa arşın burada, hadi bakalım!
Hazır köpekten açılmışken bahis, bir köpeğin hünerini de sergileyelim, belki ufkumuz açılır.
Cemâleddin İbrahim bin Muhammed et-Tîbî şöyle anlatır:
“Moğol emirlerinden biri Hıristiyan olmuştu. Yanına Hristiyanların ve Moğolların büyüklerinden bir grup insan gelmişti. Onlardan biri Peygamber Efendimiz hakkında ileri geri konuşup hoş olmayan sözler sarf etti. Bu kendini bilmezin yakınında, bağlı duran bir av köpeği vardı. Köpek üzerine atlayıp yüzünü yaraladı. Adamı köpeğin elinden zor kurtardılar.
Meclisteki insanlardan biri dedi ki:
-Bak gördün mü? Hz. Muhammed hakkında yakışıksız şeyler söylediğin için bu hayvan sana saldırdı.»
O ise gülerek geçiştirmeye çalıştı.
«-Ne alakası var! Ben konuşurken elimi sağa sola sallıyordum. Köpek de huylandı tabii! Kendisine zarar vereceğimi zannetti» falan filan diye kıvırmaya başladı.
Kendi haklılığını ispat etmek istercesine tekrar Efendimiz hakkındaki yakışıksız sözlerine devam etti.
Ama insanların gerçekte kimin haklı olduğunu anlamaları fazla uzun sürmedi. Köpek adamın üzerine son kez atladı ve gırtlağını yakaladığı gibi parçalayıverdi.
(Adam dediğimize bakmayın) Herif hemen oracıkta geberip gitti.
Bu hâdise sebebiyle yaklaşık 40 bin Moğol müslüman oldu.
Şimdi siz bir köpek düşünün; Bir Peygamber düşmanı onun öfkesinde kahrolsun. O köpek, 40 bin insanın hidâyetine vesile olsun.
Ve siz bir sürü insan düşünün; Dinine, imanına, it kadar hayrı yokken “Senin Ümmetin Olmak Yeter” diyerek, kuru kuruya övünür, övünür, övünür… Hâlbuki evvel zamanın güzîde Müslümanları, bir yandan beldeler, öbür yandan gönüller fethederken, bir yandan da “sana lâyık ümmet olamadık vah bize!” diye dövünürlermiş ha bire... Evlerin, tekkelerin, mescidlerin duvarlarını “Garîk-ı Bahr-ı İsyânem Dahîlek Yâ Resûlallah” levhalarıyla süslerler, derin bir mahcûbiyeyet hissiyle yaşarlarmış…
Peki şimdi bizler evlerimizin duvarına ne yazalım?
Şuna ne dersiniz:
“Kredi Kartı Borcum var Yâ Resûlallah Medet!”
İnancı zayıf olan kaynak delisi akademisyenler buyursunlar kaynak: Hâkim, Müstedrek, III, 702/6550; Abdurrazzak, Musannef, XI, 281-282; Taberânî, Mucemu’l-Kebir, VII, 94.
Îkaz: Köpek bir yere zincirle bağlı değilse ve siz de hızlı bir koşucu değilseniz, asla denememenizi tavsiye ederiz.
Aha size kaynak: İbn-i Hacer, ed-Dürerü’l-kâmine, III, 202-203 [Ali bin Merzûk kısmı]