
Ebubekir Şimşek
Turgut Cansever’in ‘Paris’i şehir zanneden ahmaktır’ lafı çarpıcı. Peki Paris iyi bir şehir örneği değilken; İstanbul kadim bir medeniyet inşa sahnesi iken; biz neden havalı çocuk Paris’i konuşuyoruz.
Bu sayfa ve yazı serisinin devamı talep edildiğinde bir meslek hastalığı olan konsept belirleme ihtiyacı hasıl oldu. Fransa’dan bahsedeceğimiz için ve bir etimoloji uzmanı olmadığımız için Fransızca ‘concept’ kelimesini bilerek kullandım. Kadim gelenekte bu kelimenin bize hissettirdiklerini karşılar bir kavram var mı emin olamıyorum, özür dilerim.
Yazılar serisinin bir tasarım, bir yola çıkış hikayesi olsun istedim. Her ay; bir mekan ve bir konu çerçevesinde mimarlık merkezli çoklu bir takım eleştiri ve farkındalık yazıları olsun; Dertli ve dinamik bir sayfa olsun. Daha öncesinden deneyimlediğim bir mekanı yine yerinde arşivlemiş olduğum fotoğraf kareleri ve de bir konu bağlamında sizlerle konuşalım. Ki geçen ayki Kasım sayısında ‘Sezar’ın Hakkını Prag’a Verecek, Tokat’ın Hakkını Dans Eden Ev’e Vermeyeceğiz’ başlığında bu minvalde bir iş yapmıştık.
Bu bağlamda girizgah olarak;
Marka değeri en yüksek şehirden başlamış olalım; Paris.
Paris, otoriteler tarafından en iyi pazarlanan ve markalaşan şehir olarak kabul ediliyor. Her ne ki Los Angeles, New York, Londra gibi isimler telaffuz ediliyor olsa da tarafsız akademiyanın hem fikir olduğu şehir; Bir pazarlama harikası olan Paris.
Tıpkı İstanbul gibi eski ve yeniyi beraber yaşayan şehirlerin üst ölçekte şehir plan kararları verilirken; ehliyet sahibi insanların bu işleri yapması gerekiyor. Nasıl ki İstanbul bunu başaramamışsa, Paris de bu konuda çok iyi bir örnek değil. Turgut Cansever’in ‘Paris’i şehir zanneden ahmaktır’ lafı çarpıcı. Peki Paris iyi bir şehir örneği değilken; İstanbul kadim bir medeniyet inşa sahnesi iken; biz neden havalı çocuk Paris’i konuşuyoruz.
Paris tarihi süreç içerisinde çokça macera yaşamış ve yapımlardan/yıkımlardan ziyadesiyle etkilenmiş bir şehir. Peki bu nasıl bir şehirdir ki Turgut Cansever gibi naif, kibar bir beyefendiyi ‘Paris’i, kendisine aydın diyen Türk budalaları şehir zannediyor‘ dedirtecek kadar çileden çıkartmıştır. Hem aydınlarımızı, hem Paris’i aynı deliğe gömmüştür. Hikayesini kısaca izah edecek olursak;
Şu an bizim tanıştığımız, ziyaret ettiğimiz Paris’i Napolyon Bonapart tasarlamıştır diyebiliriz. İlk çıkış fikri olarak yuvarlak meydanlar yaptırıyor. Ve bu meydanları birbirlerine etrafında altı katlı apartmanların olduğu geniş bulvarlar ile bağlıyor. Bu tasarım kararı ziyadesi ile yerindedir. Çünkü kendisi askerdir; topçu subayıdır. Bu sebeple bir asker ve topçu kafası ile düşünerek; herhangi bir toplumsal olayda, halk ayaklanmasında bu yuvarlak meydanlara topları dizecek ve bulvarlara ışınsal olarak ateşleyecektir. Napolyon Bonapart topçu değil de başka bir askeri branşta olsa nasıl bir şehirle karşılaşırdık muamma. Yani Zafer Takı’nı (Arc De Triomphe), Charles de Gaulle Meydanı’nı, Şanzelize Caddesi’ni böylesi düşünür iseniz olayın vehametini idrak edebilirsiniz. Oysa bir şehir inşası altında çokça kavram barındırır, medeniyetin konusudur ve çok uzun soluklu bir iştir.
Paris konuşuluyorsa Eyfel Kulesi (La tour Eiffel) için birkaç kelam etmek gerekir. Paris’i görmeden önce, oluşturulan algıdan olsa gerek şehirden, sokaklarından beklentim oldukça yüksek, bir demir yığını Eyfel Kulesi’nden ise oldukça düşük idi. Tam tersi bir durum oluştu. Şehir hayal kırıklığı, Eyfel Kulesi ise şaşkınlık verdi. İtirafımdır; Özellikle ilk ziyaretimde Eyfel Kulesi çok etkileyiciydi. Ciddi bir mühendislik ve endüstriyel harikası. Genel itibariyle sanat ve mühendislik biraz karşılıklı direnç doğurur aynı ortamda bulunmazlar. Oysa ki Eyfel Kulesinin konumundan tutun da, tasarımı ve yapım teknikleri ile harika bir iş olduğunu söylemek hakkını teslim etmektir. Tek bir çelik parçası, vidası dahi itina ile düşünülerek bir üst aklın ürünü olmuş. Bu harika iş; Avrupalı’nın tüccar ellerine düşünce de biri bin yapıyor ve bir turizm pazarlama harikası doğuyor.
Avrupalı’nın şehir pazarlama mahirliğinden bahsediyorken güncel örnek olarak akla Notre Dame Katedrali’nin geçen aylardaki yangını gelebilir. Avrupa’daki benim en çok sevdiğim yapılardan da birisidir. Gotik mimarlık ürünlerinden belki de en iyisidir. Her şey bir yana o eşsiz vitray camları için çok üzüldük. Uçan payandaların belki de göze aykırı gelmediği tek Gotik yapıdır. Olabildiğince zarif. Çizgisel hatları çok hoş. Yangın ve deprem şehirlerin, yapının, sanatın, insanın en büyük ve etkili düşmanı. İstanbul da bunun en büyük mağdurudur. Yangın ve depremler ile bir çok kez yok olmuştur. Notre Dame için biz bu denli üzüyor iken yangın sonrası Fransa’daki gelişmeler insanın aklına sevimsiz şeyler getirdi. Tam da konumuz ile akalı şeyler; marketing (pazarlama).
Malumunuzdur, son zamanlardaki çeşitli sebeplerden Paris’te eylemler, terör saldırıları, ekonomik, siyasi, sarı yelekliler gibi pek çok etkenlerden dolayı bu turizm işi biraz renksizleşti.
Biz yangına üzüleduralım hemen Fransız basını devreye girdi. Acaba aynısını yapmasak da uluslararası bir yarışma mı açsak, modern bir iş mi olsa, şöyle mi yapsak böyle mi yapsak. Acaba nasıl olur da daha çok dikkat çeker gündem oluruz kaygıları. Acaba, Acaba…
Evet acaba diyor insan bir senaryo mu izliyoruz. Fransızlar malum bu konuda şeytana pabucu ters giydirirler. Menfaatleri doğrultusundaki bir prodüksiyonla, kitleleri hatta ülkeleri yakar yıkar sömürürler. Paris’in popüler turizmi uğruna Notre Dame’ı da böylesi bir kurguyla kendileri yakar yıkar feda ederler mi; kesinlikle. Neyse mevzu derin ve çok yönlüdür. Geçiyoruz.
Yine biz ilk fırsatta Louvre Müzesi’ne gidiyoruz ve Dünyanın her yerinden çalıp getirdikleri sömürgeci Avrupalıların sergilediklerini izliyor ve üzerine çuvalla para veriyor, saatlerce de sırada bekliyoruz. Pis kokulu Sein Nehri’nin etrafında dolanıyor, Kirli Paris sokakları için güzellemeler diziyor, fotograflar çekiniyor, romantik cümleler paylaşıyor, Şanzalize’de kapitalizmin dibine vuruyoruz.
Evet şehirleşme hikayesi ve havalı çocuğumuz; Paris.
Şimdi renkli vitrinde tüccar ellerde pazarlanan, biri bin yapılan şehir; Paris’i düşününüz. Ve sonra pek çok medeniyetin, Roma’nın, Osmanlı’nın nakış nakış işlediği canım İstanbul’u düşününüz.
Yarından itibaren Batı’nın ışıklı vitrindeki şehirlerine bir ayrı, doğunun yok yere savaşlarla yok edilmiş tukaka edilmiş kadim şehirlerine, Şam’a, Halep’e bir ayrı bakınız.