
Turgay Bakırtaş
Cumhuriyet’in ilk yıllarında temeli atılan, zaman içinde büyüyen, 28 Şubat sürecinde otoriter yüzünü gösteren, AK Parti iktidarından sonra “bir gün intikam almak üzere” mevzilere çekilip bıçak bileyen kesimin dindarlara bakışı ülkenin temel sorunlarından biri.
Zengin muhafazakâr kesimden bazı ailelerin düğün, nişan, mevlit gibi organizasyonlardaki ölçüsüz ve gösterişçi tavrı çok konuşuluyor bugünlerde. Tartışma genellikle dört çizgide ilerliyor: Din, hukuk, ideoloji, estetik.
Meseleye İslam kültürü perspektifinden bakanlar; aşırı gösterişin, israfın, özel hayat ifşasının dindeki karşılığından bahsederek eleştiriyor muhataplarını. Bu eleştirilerin şerh düşülecek yanı yok. Bir bebeğe pırlanta yüzük takıp bunu milletin gözüne sokmanın ya da gerdek gecesi sabahında yatak odasına pijamayla poz vermenin hiç de “Müslümanca” olmadığı aşikâr. Fakat bu yalnızca zengin muhafazakârlarla sınırlı bir tavır değil; çoğumuz az ya da çok, farkında olarak veya olmayarak benzer davranışlar sergiliyoruz. Dolayısıyla burada bir sınıfın değil tüm Müslümanların ortak zaafından bahsedebiliriz ancak.
Benim vergimle ha?
“Hukuk” diyenler kâğıt üzerinde en güçlü söyleme sahip. Çünkü hakkın savunusu karşısında konuyu siyasete, dine, ideolojiye getiremez, getirseniz de taraftar bulamazsınız. Üstelik “Biz kan ağlarken bizim vergilerimizle yaptıkları eğlencelere bak!” cümlesi çok kolay taraftar bulur ve kitleleri çabucak öfkeye sevk ederek hızlı sonuç alır. Gelin görün ki söylemini hak üzerine kuranların bunu ispat etmesi de gerekir. Bir insan, bir aile ne kadar müsrif, şovmen, şımarık olursa olsun kendi helal parasını harcadığı müddetçe “başkalarının hakkı” iddiasına sığınamazsınız. Siyaseti şahsi çıkarına alet eden, iktidardan nemalanan aileler yok mu? Hep vardılar ve hep olacaklar. Mevcut iktidarın imkânlarını sömürenler olduğunu söyleyerek Amerika’yı yeniden keşfetmeye de gerek yok. Peki o videolarda görülen müsrif aileler ne iş yaptıkları, nasıl para kazandıkları bilinerek mi eleştiriliyor? Benim gördüğüm, büyük çoğunluğun zanla hareket ettiği. Çünkü aksini ispatlayana rastlamadım.
Tartışmanın en civcivli noktasını varlığını ideolojiye, daha açık konuşmak gerekirse “Kemalist ideolojiye” adayanlar oluşturuyor. Cumhuriyet’in ilk yıllarında temeli atılan, zaman içinde büyüyen, 28 Şubat sürecinde otoriter yüzünü gösteren, AK Parti iktidarından sonra “bir gün intikam almak üzere” mevzilere çekilip bıçak bileyen kesimin dindarlara bakışı ülkenin temel sorunlarından biri. Bu bakış bazen sokakta sözlü/fiziksel tacizle, bazen de mevzubahis tartışmada olduğu gibi sosyal medyada dillendirilen nefretle gösteriyor kendini. Ortada bir aşırılık olmasa dahi, kendi halinde eğlenen muhafazakârları gördüklerinde bunu varlıklarına yönelik bir alay, hatta tehdit olarak görme eğilimindeler. Küçümsedikleri insanların kendileriyle aynı şartlarda yaşaması, aynı zevkleri paylaşması karşısında ilk tepkileri dişlerini öfkeyle sıkmak oluyor. İşte bu yüzden, en “civcivli” olsa da en gerçeklikten uzak eleştiriler ideolojinin esiri olanlardan geliyor.
Şatafat bile şatafat değil
Ve estetik… Karşılaştığı manzaranın zevksizliği ve rüküşlüğü karşısında canı sıkılanlara hak vermemek mümkün değil. Çünkü zevk yoksunluğunun en itici olduğu zaman, onun parayla buluştuğu andır. Kültür tarihi her medeniyetin bir şekilde estetiği sahiplendiğini, onu aradığını gösteriyor. Müze gezip bundan binlerce yıl önce yapılmış takıları, sandıkları, tabakları görünce insanlığın inceliği, zarafeti arayışının modern zamanlarla has olmadığını anlıyorsunuz. Bugün karşımıza çıkan videolardaki şatafatın bile aslında şatafat olamayışı zarafetten yoksunluğun en açık nişanesi. Ancak bu da bir kesime, hatta Türkiye’ye has değil. Hızlı tüketim, hızlı yaşam kültürü bu bağlamda tüm dünyada bir gerilemeye yol açtı. Gülten Akın’ı anmadan geçemeyeceğim bir gerilemeye: “Ah, kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya”.
Haklı veya haksız tüm bu eleştiriler resmin sadece bir kısmını tarif ediyor. Bütüne bakınca, bu göstergelerin yeni bir burjuva sınıfının alametleri olduğunu beş saniyede görebilirsiniz. Bu alametler dünyanın her yerinde birbirine benzer; yeni zenginleşen, sosyal ve siyasal iktidar mekanizması içinde kendine ilk kez yer bulan toplulukların burjuvalaşma süreci hep bir abartı, görmemişlik, şöhret budalalığı barındırır içinde. Bugün bu yolu muhafazakârların yürüyor oluşu, yarın başkaları yürüdüğünde farklı manzaralarla karşılaşacağımız yanılgısına düşürmesin kimseyi.
‘Önyargı’ önyargısı
Önyargı kavramını genellikle olumsuz anlamda kullanıyoruz, çünkü çağımızın en keskin ayrımcılık araçlarından biri haline geldi. Fakat önyargı dediğimiz şey temelde ortak hafızanın ürettiği bir kısayoldur. Sosyal grupların belirli özelliklerini hafızamızda kodlamamıza yarar.
Günümüzde kolay manipüle edilmesi ve bölücülüğü tetiklemesi yüzünden önyargı kavramı hakkında da bir önyargımız var. Yine de bu, toplumun geri kalanından bariz biçimde farklılaşan bir grubun karakteristik özelliklerini ortak hafızaya kazımamıza engel değil. FETÖ’de olduğu gibi. FETÖ üyeleri o kadar uzun zamandır hayatımızda ve öyle kendine has özelliklere sahip ki ordu/yargı/istihbarat kademelerine yerleşmek için gizlenenler hariç hepsinin huyunu, konuşmasını, giyimini, vücut dilini, tepkilerini satır satır, şaşmaz bir kesinlikle hafızamıza nakşettik. Çünkü en baştan gizlenmemişseniz, kendine özgü katı kural ve ritüelleri olan bir topluluğun parçası olduğunuzda o grubun size yapıştırdığı davranış biçimlerinden kolay kolay kurtulamazsınız; giyiminizden konuşmanıza kadar her yerinizden taşar bu.
Bu gerçek bizi şuraya getiriyor: Hakkında kuvvetli bir görünür bağlantı olmasa bile, öznenin dışavuran “edinilmiş davranışları” sayesinde bir insanın ait olduğu dünyayı genellikle doğru tahmin ederiz. Bu bir önyargıdır ve tek başına kötü değildir. Kötü ve haksızca olan “peşin hüküm” vermektir. Bugünlerde ikisi çok sık karıştırıldığı için hatırlatmak istedim.