
S. Bilgehan Eren
Sinemanın şair-dâhisi Tarkovski “Anlama yeteneği çok değerlidir” diyor ve ekliyordu; “Bir kez olsun, aynı şeyleri hissetmeyi başarabilen iki insan birbirini hep anlayacaktır. Bunlardan biri buzul, diğeri isterse atom çağında yaşamış olsun fark etmez.”
Sinemanın şair-dâhisi Tarkovski “Anlama yeteneği çok değerlidir” diyor ve ekliyordu; “Bir kez olsun, aynı şeyleri hissetmeyi başarabilen iki insan birbirini hep anlayacaktır. Bunlardan biri buzul, diğeri isterse atom çağında yaşamış olsun fark etmez.”
Sanatın temel işlevlerinden biri de bu değil mi? Anlamlandırmak, anlam katmak, anlayış tesis etmek, empati kurmak… Bazen bir şiirle, bazen bir romanla, bazen bir filmle, bazen de bir resimle bunu yaşarız. Ve tiyatro… Bir şeyi anlamak için öncelikle o hususta farkındalık oluşturmanın en verimli telkin kürsülerinden birisidir.
İBB Şehir Tiyatroları’nda sahnelenen “Can Yeleği” isimli 70 dakikalık tek kişilik -ödüllü-oyun, merkezine aldığı konuyla büyük bir sorunu, mülteci dramını gözler önüne seriyor. Fonda yankılanan bomba ve siren sesleri gibi, kelimenin tam anlamıyla tek kişilik dev kadro Elçin Atamgüç, ajitasyona kaçmadan seyircilerin üstüne onlarca duyguyu, dramı ve acıyı döküyor. Pervin Ünalp’ın yazdığı “Geç Kalanlar” isimli oyunda (ki Genç’in Ocak 2018 tarihli 136. sayısında bu oyunu da kritik etmiştik) bir araya gelen ikili, Elçin Atamgüç ve Yönetmen Nihat Alpteki, Gönül Kıvılcım’ın yazdığı “Can Yeleği”nde de yine bol alkışı hak edecek bir işe imza atıyorlar.
Oyunun konusuna kısaca değinmek istiyoruz lâkin konu kısa gibi olsa da aslında acısı, o acıyı yaşayanlar için çok çok büyük. Mülteci Anne (Elçin Atamgüç) oyunun bir yerinde zaten şöyle söylüyor; “Savaş anlatılmaz yaşanır. 3 yıl… 4 yıl… 5 yıl…” Dışarıdan bakanlar için zaman-yıllar belki sadece sayılardan ibaret. Bunun bendeki ilk tedaisi Üstad’ın bir tespiti oluyor: “Yangını resimde seyredenler ile gerçekten yananlar arasındaki fark.” Evet, misal, Aylan bebeğin sahile vurma görüntüsünü televizyondan izleyen milyonların toplam acısı, acaba onun annesinin acısına eşit olabilmiş midir?.. Öncelikle ateş düştüğü yeri yakıyor ve işte sanat, o ateşi bizim yüreklerimizde de alevlendirmeye, farkındalık oluşturmaya çalışıyor. Oyunu başarıyla sahneleyen Yönetmen Nihat Alpteki de bu hususu bir röportajında çok güzel ifade ediyor: “Sanatın temel işlevi haz almak değil bir farkındalık oluşturmaktır. Biz seyirciye göç ve mülteci meselesiyle ilgili bir şeyleri fark ettirip sorgulattıysak, tiyatro gerçek işlevini yerine getirmiştir.”
Oyun, mülteci kadının “Ben Anne” vurgusuyla başlıyor. “İnsanın dünyası evidir, bizi dünyamızdan attılar” diyor Mülteci Anne. Bu bir nevi terk-i dünya gibi, bir anlamda da bir ölüm hâli gibi. Ölmemek için ölüme doğru gitmek gibi bir paradoks. Sonu mülteci kamplarında, dikenli tellerde biten; yahut bir teknede denizlerde can verip son bulan dramatik bir hikâye.
Annelik vurgusu ise oyunun başında çok mânidar. Anne… “Mother”… “Matter”… Döşeklik-beşiklik etmek… Toprak… Vatan…
Bu tedailer eşliğinde ele alırsak; vatan, anne gibi… Anne, vatan gibi… Sığınılan, koruyan, kollayan, döşeklik-beşiklik eden… “Anavatan” dememiz, “anayurt” dememiz hep bu anlayıştan bir bakıma.
Oyunun içinde gezmeye devam devam edersek, Mülteci Anne, kendi vatanında saygıdeğer bir öğretmendir. İki erkek çocuğu vardır, eşi de mühendistir. Lâkin mülteci konumuna düştükten sonra insan olmak artık onun için eziyetli bir iştir. “Annem keşke adımı eziyet koysaydı” der. Dostoyevski’nin “dünyanın en zor hissi, ait hissetmediğiniz bir yerde bulunma zorunluluğudur” sözüne binaen, mülteci birine artık dünya üzerinde hiçbir yerde rahat yoktur. Kendi memleketinde mutluluğun; evi, ailesi, kitapları, öğrencileri, çiçekleri olduğunu söyleyen bu öğretmen kadın, bütün köklerini geride bırakmıştır. Köksüzdür. Hafızası, kişiliği silinmiş gibidir. Bombaların altında, ölümle yaşam savaşı arasında sadece yürümek, sınıra doğru gitmek tek hedefidir. Bunu da aslında daha çok evlatları için yapmak ister, neticede bütün her şeyini geride bıraksa da anneliğini geride bırakamaz. Bir anne, her yerde annedir. Barınma için, kendinin ve çocuklarının karnını doyurmak için normal insanlardan daha uzun saatler çalışmak zorunda kalır. Hem de standart ücretin yarısını almaya razı olarak. Zira yapacak bir şey yoktur. İnsanoğlunun sömürüye en açık olduğu zaman, zaten en çok ihtiyaç içinde olduğu zaman değil midir?!.. Mülteci Anne ve ailesi, yıkanacak su, yiyecek ekmek, giyecek kıyafet bulamazken, evine temizliğe gittiği kadının neredeyse bir oda dolusu ayakkabısı olması onun için şaşırtıcıdır. Saymaya başlar kadın; “60, 70, belki 80 çift ayakkabı var burada. İki ayak var ama 80 çift ayakkabı” diyerek de bir bakıma “istif çağı”na ve insanların ihtiyaçtan öte, haz odaklı tüketimine dikkat çeker.
“Can Yeleği” ile ilgili özellikle vurgulamak istediğimiz bir husus var ki o da oyunun belli bir milliyete, dile, coğrafyaya, kültüre atıfta bulunmaması. Bu anlamda oyun, son derece evrensel kodlar üzerinden akıyor. Belki bu oyunu Anadolu’da izleyenler olarak, yanı başımızda yıllardır süren Suriye ve Suriyeli mülteciler meselesiyle zihnimizde özdeşleştiriyor olsak da oyun, bir milletin yahut coğrafyanın dramından öte, mülteciliğin-sığınmacılığın insanlık sorunu olduğunun altını çiziyor. Evini, aileni, o zamana kadar biriktirdiğin tüm malı mülkü, kariyer ve yaşam standardını geride bırakıp, bilinmez bir yolculuğa çıkmanın acı ve meşakkatini, insanlık vicdanı boyutunda ele alıyor. Neticede ne acının, ne de gözyaşının dini veya milliyeti yok.
Yeni bir hayat yaşamak zorunda kalan öğretmen kadın, bulunduğu ülkenin parasından, diline kadar her şeyi sil baştan yeniden öğrenmeye çalışıyor. Şöyle bir empati kurmaya çalışalım. Sabah uyanıyorsunuz ve dün konuştuğunuz dili bugün kimse konuşmuyor. İnsanlardan bir bardak su bile isteyemeyecek bir noktada, sanki zihniniz formatlanmış ve bebeklik yıllarınıza geri dönmüş gibisiniz. Şefkate muhtaçsınız ama insanlar değil merhamet, bir de üstüne üstlük sizi hor görüyor, ötekileştiriyor.
Bir dikkat çekici husus da, oyunun her sahnesinde tel örgülerin gittikçe artmaya başlaması ve finale doğru neredeyse tüm sahneyi kaplaması. Mülteci olarak yaşamın zorluğuna dikkat çeken bu metafor, haftalar-aylar geçtikçe, her şeyin aslında daha da zorlaşmaya başladığını simgeliyor. Ta ki hareket edecek alan kalmayana kadar. O âna kadar, sahnede daha rahat hareket eden Mülteci Anne, oyunun sonunda, her hareketinde dikenli tellere takılıyor, yaralanıyor, acısı ve “ah”ları artıyor.
Yaşayacak alan kalmadığında da son yıllarda televizyon ekranlarından görmeye alıştığımız (maalesef alıştığımız!) ve bir bakıma Ege ve Akdeniz’i insan mezarlığı hâline getiren, umut yolculuğuna çıkmaya karar veriyor. Bu mecaz bir anlamda, bir can yeleğidir, yaşamak için. Ve bedeli çok ağırdır, çünkü “bir oğlum göğsümde nefessiz, bir oğlum dostumda bensiz” diyen Mülteci Anne, geride küçük oğlunu bırakmak zorunda kalıyor.
Yetmiş dakika boyunca “Mülteci Anne”yi oynayan Elçin Atamgüç; yerlerde sürünerek, hoplayarak, çığlık atarak, koşarak hem fizikî hem de mânâ dolu muhteşem bir performans sergiliyor.
Merhametin, diğerkâmlığın, vicdanın tükenmeye başladığı, hız ve haz dolu bu tüketim çağında, DUY-ARSIZ-LAŞMA’mak insan olarak boynumuzun borcudur. Sanat farkındalık için, farkındalık da daha çok insan olabilmemiz için… Tebrikler “Can Yeleği”ne, teşekkürler emeği geçen herkese…