
Turgay Bakırtaş
İnsanın insana güvenmekten başka çaresi yok. Travma ile tecrübe arasına çekilmeyen çizgi bize kuşku, paranoyaklık, sinirlilik olarak döneceği için biraz hafıza kaybını göze almak gerekiyor.
2005`in Nisan ayında, babamın işlerinin günden güne kötüye gitmesi sebebiyle maddi sıkıntılarımız dayanması zor bir hal alınca, bir benzin istasyonunun marketinde kasiyer olarak çalışmaya başladım. Büyük ve çok işlek bir istasyon olduğu için otuza yakın çalışma arkadaşım vardı. Çoğuyla da aram iyiydi. Hepsi Anadolu`dan gelmiş, ekmek parası için kar kış demeden çalışan, görünürde dürüst, güvenilir insanlardı. Sık sık muhabbet ederdik; futboldan, siyasetten, ticaretten, dinden, arabalardan konuşurduk.
Her işyerinde olduğu gibi burada da çalışanların memnun olmadığı durumlar vardı. Vardiyaların düzensizliğinden yahut sorunlu, çalışana hayvan muamelesi yapan müşterilerin çokluğundan şikâyet edilirdi mesela. Ancak bir mesele hepsinden fazla sıkıntı yaratıyordu: Yemek. İstasyona yemek getiren firma canından bezmiş kindar aşçıları mı sahipti bilinmez, akla hayale sığmaz bir kalitesizlik söz konusuydu. Yemekler o kadar kötüydü ki neredeyse tamamını elimizi sürmeden çöpe döküyorduk. Bunu birkaç kez yönetime ilettik ama sonuç alamadık. Çünkü yönetim katındakilerin yemeğini orada çalışan bir ablamız yapıyordu, bu meseleyi kafaya takmayacak kadar karınları toktu.
Bir gün arkadaşlarıma dedim ki bu böyle olmayacak, madem bizi dinlemiyorlar bunu protesto edelim, gelen yemekleri kapaklarını bile açmadan geri gönderelim. Ki hiç de anarşist bir karakterim yoktur, bu işleri yapacak en son insanlardan biriyimdir. Ama mesele beni bile delirtecek raddeye gelmişti.
Yürüyelim arkadaşlar!
Teklifim çalışma arkadaşlarım arasında heyecan yarattı ve anında karşılık buldu. O günden itibaren kimse yemek yemeyecek, o berbat yemeklere boşuna para ödenmiş olacaktı. Sonrasında patronlar herhalde bizi dikkate alırlardı. Bununla beraber bir şeye daha karar vermiştik, protestomuza başladığımız ilk gün firma müdürünün yanına çıkıp neden böyle bir protestoya ihtiyaç duyduğumuzu söyleyecektik. Fikir babası olduğum, bir de başka kimse cesaret edemediği için beni sözcü yaptılar.
Tüm çalışanların desteğini almanın verdiği özgüvenle müdürün karşısına çıktığımda acı bir sürprizle karşılaşacağımı asla tahmin edemezdim. “Buyur Turgay” diyen müdür beye maruzatımızı anlattım ve “Bundan sonra adam gibi yemek gelene kadar hiçbirimiz o tuhaf şeylere elimizi sürmeyeceğiz” dedim. Müdür önce tebessüm etti, sonra da önündeki bilgisayar ekranını bana doğru çevirerek “Böyle mi yemeyeceksiniz?” dedi. Ekranda yemek salonunu çeken güvenlik kamerasının görüntüsü, görüntüde de tabldot tepsilerine yumulmuş arkadaşlarım vardı.
Başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü. Hayatımda ilk defa, birlikte hareket ettiğim ve sırtımı dayadığım insanlar tarafından ortada bırakılmıştım. Üstelik daha yola bile çıkmamışken, bir anda. Kendime böyle bir işin parçası olduğum için epey sövdüm önce. Akabinde de o halet-i ruhiye içinde hızla yemek salonuna koştum ve önüme gelene bağırıp çağırdım. Hepsi başını önüne eğiyor, yüzüme bakmıyor; bazılarıysa mahcup biçimde sırıtıyordu.
İlk şoku atlatır atlatmaz neden bunu yaptıklarını sordum. Neden ben daha arkamı döner dönmez bıçağı sırtıma saplamış, “Dur abi, şimdi gitme” deme zahmetinde bulunmamışlardı? Gelen yemeklerden birini kanat ızgara olduğunu ve çok güzel koktuğunu, dayanamadıklarını söylediler. Bir tanesi sözünü bozunca diğerleri de arkasından dalmış. Tavuklarına, boğazlarına ve adamlıklarına bir tur daha sayıp döktükten sonra arkamı dönüp çıktım. Bir daha da hiçbirine güvenerek bir işe kalkışmadım.
Birazcık hafıza kaybı
Yaşadığım bu tecrübe birileri için belki gündelik, sıradan, basit bir olaydır. Ama bende derin izler bıraktı. Güvenmek, bir insana yapabileceğiniz en büyük yatırım olduğu için, o yatırımın gözlerinizin önünde buharlaştığını görünce korkunç bir hayal kırıklığına kapılıyorsunuz. Ve tam kalbinizde hissediyorsunuz ki ihanete, hele ki arkadaşlarınızın ihanetine uğramak neredeyse ölümle eşdeğer.
O günden sonra, hainlerin tarih boyunca hiçbir zaman diliminde, hiçbir coğrafyada ve hiçbir kültürde neden sevilmediğini daha iyi anladım. Cengiz Han’ın neden fethettiği yerlerde ilk olarak saf değiştirip kendi ordusuna katılanları işkenceyle öldürttüğünü, buna karşılık sonuna kadar direnerek esir düşenlere neden komutanlık payesi verip yanına aldığını anladım. Cinayet gibi suçlardan idam hükmü giyenlerin infazı uzun yıllar bekleyebilirken vatana ihanetten suçlu bulunanların niye anında infaz edildiğini anladım. William Wallace’ın uğruna savaştığı adamın ihanetine uğradığını gördüğü anda neden nefes alamadan yığılıp kaldığını anladım.
Yine de biliyorum ki insanın insana güvenmekten başka çaresi yok. Travma ile tecrübe arasına çekilmeyen çizgi bize kuşku, paranoyaklık, sinirlilik olarak döneceği için biraz hafıza kaybını göze almak gerekiyor.
Usludan Yeğdir Delimiz
İlk olarak “Ankara ayağını denk alsın!” videosuyla hayatımıza giren Cihangir Göktaş, yaygın bilinen adıyla Mersinli Cihangir (belki de JF Kennedy demeliydim), şu sıralar sosyal medyayı kasıp kavuruyor. Herhangi bir videosunu izlemeye başladıktan sonra durmanın imkânı yok. Tarihten, siyasetten, ticaretten, gemicilikten, popüler kültürden ve aklınıza gelen gelmeyen hemen her konudan bahsettiği videolarında daldan dala atlayarak konuşan Cihangir’in garip bir büyüsü var.
Halk arasında “deli” diye andığımız klasik profilin dışında bir adam Cihangir. “Dezorganize şizofreni” diye bir rahatsızlığı olduğu söyleniyor. Fakat müthiş özgüveni, hiç fena sayılmayacak belagati ve sempatik vücut dili sayesinde cümleleri arasında bir bağlantı kuramasanız bile dinlemekten alamıyorsunuz kendinizi. Kaldı ki zihni çok hızlı ve dağınık işlediği için böyle konuştuğunu, aslında kendi içinde gayet tutarlı ve mantıklı olduğunu anlıyorsunuz.
Mersinli Cihangir’in bu kadar popüler olmasının sebebi insanlara komik gelmesi değil bence. Bir yanıyla komik gerçi, onu inkâr edemeyiz. Fakat daha çok sürekli aynı konuları aynı sıkıcı üslupla, çoğu zaman kavga ederek, hamasetin sınırlarında dolaşarak konuşan insanlardan fena halde bunaldığımız için Cihangir’le rahatladığımızı düşünüyorum. O da siyaset, dünya düzeni, tarih gibi birbirimizi gırtlakladığımız konularda konuşuyor ama hastalığının sebep olduğu üslubu bizi germek yerine rahatlatıyor, sakinleştiriyor, güldürüyor.
Dünya kadar “sağlıklı” insanın olduğu yerde bunca gergin meseleyi sakince konuşabilen az sayıdaki kişiden birinin “şizofreni hastası” olmasındaki ironiye gülsem mi ağlasam mı bilemiyorum.