
Düşündüm ve çokça hamd ettim. “Rabbimiz bize ne çok nimet vermiş ve vermekte!” diye mırıldandım. Sonra çocuklarına istediği küçücük bir şeyi çaresizlikten alamayan babalar, anneler geldi aklıma… Ne kadar da zor, tarifi ne kadar da imkânsız bir mesele; ne zor bir imtihan…
Uzun yıllar olmuş sinemaya gitmeyeli… Bu uzun arayı sonlandırmak ve kızımın haftalardır başımın etini yediği çizgi filme gitmek için yola çıktık. Genelde hafta sonları da çalışmak durumunda kaldığımdan, onları fazlasıyla ihmal ediyor ve bu sebeple bulduğum her fırsatta planlar yapıyor ama bir türlü gerçekleştiremiyorum. Bu sebeple çok özel bir deneyim olacak benim için bugün… Kızımla bir gün geçirecek olmanın mutluluğu ve herkesten gizlediğim; sinemaya gidecek olmanın verdiği heyecanla ulaştık salona…
Çok uzun sürmeyen bir kuyruk sonrası aldık biletlerimizi. “Herkesin boyuna göre!” diyerek kendime kocaman, kızıma küçük bir kutu mısır bile aldım… Salon yarı yarıya dolu ve içerde her sahneye tepki veren ciddi bir çocuk kitlesi var. Çocuk sesleri insana huzur ve umut veriyor. Bir süre bu cennet neşesi çocukların sesleri arasında filmi anlamaya gayret ettim ama o kadar hızlı yaşanıyor ki her şey çizgi filmlerde, takip etmek çok zor. Bir süre sonra onca sese rağmen uyuyakalmışım ama olsun… Film bitimine yakın gözlerimi açtığımda, derin bir sessizlik içinde tüm çocukların pür dikkat filme kapıldığını gördüm. Yapımcılar bu işi biliyor, bir şekilde çocukların dikkatini çekmeyi başarıyorlar diye düşündüm…
Sonra sinemada uzunca bir süre oturmuş olmanın acısını çıkartırcasına gezdik, ufak tefek şeyler de aldık. Gezme isteğimiz bitmediğinden elimizdeki eşyaları arabaya bırakmayı ve özgürce gezmeyi teklif ettim kızıma. Zor da olsa kabul etti ve eşyalarımızı bıraktık. Ancak ben nasıl olduysa cüzdanımı da bırakıvermişim o dalgınlıkla… Sonra gezmeye devam ettik ama artık çok yorulduğumdan biraz soluklanmak için bir masaya oturduk ve iki su ve bir çay rica ettim bizimle ilgilenen orta yaşlı bir hanımefendiden. Ödemeyi hemen ve nakit olarak yapmam gerektiği hatırlatıldığı için elimi cebime attım ancak cüzdanım yanımda değildi. Cüzdanı ararken lafı uzatmak için “Nakit istiyorsunuz sanırım!” diye anlamsız bir cümle kurdum. “Evet, nakit olsun!” diye cevap verdi hanımefendi. “Şey, galiba cüzdanımı unutmuşum, izninizle biz alıp hemen gelelim!” dedim ama “Çay soğur, çayınızı için öyle getirirsiniz!” dedi. Gerek yok diye ısrar ettimse de gülümseyerek, “için çayınızı” diye tekrar etti. Ben de bunun üzerine biraz mahcup bir şekilde suları bıraktım ve çayı alelacele bir şekilde içmeye çalıştım. Ancak hanımefendi yanıma gelip usulca eğildi ve “Çocuk susuz kalmasın, getirmeseniz de olur!” diye fısıldadı. Bir an yüzüm kızardı, çekindim ve “Yok, gerçekten unuttum cüzdanımı!” deme ihtiyacı hissettim. Sonra hızlıca kalktım ve cüzdanı alıp, hemen ödemeyi yaptım. Ancak o kısa sürede öyle duygular yaşadım ki; beni çok ama çok eskilere götürdü;
Yıllar önceydi, küçük bir çocuk olarak oturduğumuz mahalle ve babamın dükkânı hariç pek bir yer bilmiyorum. Zaten gerek de kalmıyor, çünkü tüm zamanımız okul ve dükkân arasında geçiyor. O yıllarda askerden yeni gelmiş olan ve pek fazla görme şansım olmayan amcam, beni gezmeye götürecekti bir Pazar günü… Çok heyecanlıyım, en güzel kıyafetlerimi giyiyorum ve ilk kez gideceğim yerlerin merakı ile yola koyuluyoruz. İlk kez bu kadar büyük bir yer görüyorum. Terasa çıkıp tüm şehri seyredebiliyorsunuz buradan. Tabi en büyük eğlence “oradan bizim ev de görünüyor mu acaba?” sorusunun anlamsız cevabını kendimizce aramaktı… Vakit geçiyor, bu büyülü yer beni fazlası ile etkiliyordu. Amcam, “hadi gel bişeyler yiyelim!” dediğinde önce garip hissettim kendimi; zira babamın dükkânı dışında hiç dışarda yemek yemedim ve bunu kendi dükkânımıza adeta bir ihanet olarak algıladım hep… O ise kararlı bir şekilde renkli tabelalara doğru yöneldi. Bildiğiniz okul kantinlerine benzeyen yerler olarak tarif edebilirim size buraları… Tezgâhta bulunan fiyat listesini iyice inceleyip, cebindeki bozuk paraları toparladı ve sadece bir tane tost ve bir şişe meyve suyu istedi. Küçüktüm ama her şeyi fark etmiştim. Fazla parası yoktu ve hepsini hesaplayıp sipariş etmişti. Elime aldıklarını tutuşturdu ve bahçeye çıktık. Yemyeşil çimenlerin arasına oturduk. “Hadi yesene!” diye ikide bir ikaz ediyordu ama çocuk yüreğimi büyük bir hüzün kaplamıştı bile… “Sen?” diye soruverdim. Biraz utanarak “ben aç değilim, sen ye hadi!” diye tekrar etti. Küçücük ellerimle bölüverdim bir parçasını ve ona doğru uzattım… Sonra meyve suyundan bir yudum içtim ve onu da uzattım. Bir yanım çok mutluydu bir yanımsa öylesine hüzünlü. Benim için yaptığı bu fedakârlık, yüreğime o kadar ağır gelmişti ki… İşte o günden bana içimde biriken hüzün miras olarak kaldı. Amcamı çok göremedim ve erken yaşta vefat etti…
Kızımla yaşadığım bu hadise beni hemen o günlere götürüverdi. Tekrar yaşadım o günleri ve anları… Rahmetli amcamın yüzü geldi aklıma. Sonra birçok farklı yüz; çocuklar ve babalar ve de hüzünlü anneler… Hepsinin, her bir yüzün ayrı bir hikâyesi var gönlümde.
Düşündüm ve çokça hamd ettim. “Rabbimiz bize ne çok nimet vermiş ve vermekte!” diye mırıldandım. Sonra çocuklarına istediği küçücük bir şeyi çaresizlikten alamayan babalar, anneler geldi aklıma… Ne kadar da zor, tarifi ne kadar da imkânsız bir mesele; ne zor bir imtihan…
Sonra biraz daha düşündüm; bırakın bir şey almayı, sımsıcak sarılabilecek anne ve babası olmayan yetimler, öksüzler, çocuklar geçti gözümün önünden…
İyiki cüzdanı unutmuşum, yoksa onları unutacaktım diye geçirdim içimden… Tekrar gönlüme düşmüş olmalarına sevindim ve içimden hepsi için dua ettim…
Onlar için de en az kendi çocuklarımız için yaptığımız fedakârlıkları yapabildiğimiz zaman “insan” olacağız diye düşündüm ve bu hususta canla başla çalışan gerçek “insanlar” aklıma gelince, bir kez daha “elhamdülillah” dedim…