
Ergün Yıldırım
Allah’ım ne zorluklar yaşıyorum buraya kavuşmak için! Acaba yanlış mı yaptım? Hayır, yolda da Mesnevi okudum. Belki de Semerkant bizi hemen kabul etmek istemiyor. Zahmet çekmemizi istiyor. Zahmet rahmete dönüşecek. Böyle düşüncelerle gecenin geç saatlerine uykuya dalarken Semerkant’ta rahmet boşalıyor. Sabah kalktığımızda güzel bir yağmur karşılıyor bizi.
Kaç yıldır Semerkant ve Buhara rüyası ile yaşıyorum? İstanbul Havalimanında uçağa binmek için koştururken bunu düşündüm. Hayalime kavuşacaktım, bu nedenle hiçbir şeyi mesele yapmayacaktım. Havaalanının büyüklüğü, koşuşturması, rötar yapma ihtimali umurumda değil. Hava alanına ulaşır ulaşmaz yarım saat sonra gerçekten de iki buçuk saatlik rötar ile karşılaşıyorum. Taşkent’te inip hemen hızlı trenle Semerkant’a varacaktım oysa. Buna da şükür diyorum. Taşkent’e gecikmeli inen uçağımızdan akşamın kentin üzerine iyice sardığı zamanlarda indim. Semerkant’a giden taksiler durağına gidiyorum.
Üç kişi taksiye binerek Semerkant’a doğru yol alıyoruz. Yollar iş makinaları ve eğri bürü kıvrımlarıyla bizi karşılıyor. Şoför Hasan, hanımının Türkiye’de çalıştığını söylüyor. Hatta anlaşamadığımız bir konuda ona telefon açıyor ve sonra da konuşmam için telefon cihazını bana uzatıyor. Yanındaki de akrabası. Çocukları ve eşi Tokyo’da yaşıyormuş. Fotoğraflarını bize gösteriyor o da. Hey Allah’ım! Benim hanım bu akşam oğlum ile beraber Frankfurt’a gitti. Büyük oğlum da eşiyle Kanada’da yaşıyor. Bütün dünya bu kadar dağılmış mı? Aileler ne kadar çok birbirinden uzak yaşıyor böyle? Hepimiz geçim derdiyle paramparça olup yollara düşmüşüz. Ama ben Semerkant için yola düştüm. Büyük insanları ziyaret etmenin ve o muhteşem mimariyi seyretmenin heyecanıyla tutuşuyorum. Beni rahatsız eden endişeler bir anda uçup gidiyor.
Gece saat dört sularında Semerkant’a varıyoruz. Dört saatlik yolu beş saatte ancak gelebildi taksimiz. Sonra otelimizi arıyoruz. Yarım saat Semerkant içinde dolaşıp duruyoruz. Aradığımız otel mi başka bir şey mi anlamak zor. Geniş temiz caddeler, aydınlatılmış tarihi eserler bana gecenin gölgesinde saklanmış varlıklar gibi gözüküyor. Yarın onları göreceğim, o nedenle yarım yamalak bakmamalıyım diyorum kendi kendime. Taksici bir türlü oteli bulamıyor. Onlarca sokak dolaşıyoruz, onlarca kişiye soruyoruz. Sonunda pes edip başka bir otelde kalmaya karar veriyoruz.
Allah’ım ne zorluklar yaşıyorum buraya kavuşmak için! Acaba yanlış mı yaptım? Hayır, yolda da Mesnevi okudum. Belki de Semerkant bizi hemen kabul etmek istemiyor. Zahmet çekmemizi istiyor. Zahmet rahmete dönüşecek. Böyle düşüncelerle gecenin geç saatlerine uykuya dalarken Semerkant’ta rahmet boşalıyor. Sabah kalktığımızda güzel bir yağmur karşılıyor bizi.
Bu defa yanımda taşıdığım Türk Lirasını kimse kabul etmiyor. Otel de Türk lirası istemiyor, lokantacılar da. Bankalara koşuyorum. Halk Bankası ve Nasyonal Banka uğruyorum. Nafile! Hiç birisi Türk lirasını bozmuyor. Öğleden sonraya doğru Kapital Bankası’nda dolar çekebiliyorum. Semerkant’ın büyük, geniş ve yeşil caddesini daha gün yarısına kadar üç defa turlamış oldum. Bütün büyük eserler bu cadde etrafında toplanmış. Semerkant medreseleri ve Emir Timur’a ait türbe ve külliyesi bu cadde boyunca hala ayakta duruyor. Buraya Registon diyorlar. Nedir bu kelime? İngilizce sanki. Anlam vermekte zorlanıyorum. İston’un istan olduğunu öğreniyorum.
İnsanlar ne kadar telaşsız burada! Şehir ne kadar sükûnetle akıyor! Zaman sessiz ve derin ritmiyle insanı dinlendiriyor. Ne fakirlik, ne de zenginlik çarpıyor insanı. Kadınlar her tarafta hakim gözüküyor. Yürüyenler, bir şeyleri tezgahlarında satanlar, dükkanlarda çalışanlar… Hep kadın. İddiasız, gösterişsiz ve hayatın ağırlığında ağır akan kadınlar bunlar. Kapitalizm daha buranın ruhuna sinmemiş.
Bu büyük İslam şehrinde hiç ezan sesi duymuyorum. Çok seyrek de olsa takkeli erkekler görülüyor. Ama kadınlarda başörtü hemen hemen hiç yok. İslamiyet’in göze çarpan, etkileyici gelen hiçbir modern görünümü yok neredeyse. Ama Müslüman isimler kulağımıza geliyor. Selamün aleyküm diyor başı açık kadınlar. Selamlaşmalarında İslam geçiyor. Türkçelerini anlamakta zorluk çekiyoruz. Çoğunlukla da anlamıyoruz. Rusça hala hakim. İnsanların konuşmalarında ve tarihi tanıtım levhalarında Rusçanın bu hakimiyeti çok belirgin.
İki gün geçmesine rağmen henüz daha bir camide namaz kılamadım. Yarın mutlaka Semerkant’ta ezan sesini duyacağım ve namaz kılacağım bir camide olmak istiyorum.
Akşam yine geç saatlerde otelime dönerken registon bölgesinde hüzünlüyüm. Çünkü yine ezan sesini duymadım. Yine şadırvanlarında akan suyun serinliğinde abdest alamadım. Oysa şadırvanda akan sularda abdest alırken bütün ruhumuzun temizliğiyle çarpılıyoruz. Bunu yaşamak istiyorum bu hayalim şehirde. Bu duygular içinde yürürken orta boylu, yaşlı ve takkeli bir amca bana selam veriyor. “Yalnız olduğunu sanma sana selam vermek istedim.” diyor. Hayret ediyorum! Beni soruyor. Türk müsün diyor. İstanbul’a gittiğinden bahsediyor. Ben Osmanlı torunuyum diye devam ediyor. Ben dinliyorum, arada bir cevap veriyorum. Hatta beni misafir gördüğü ve ihtiyacım olup olmadığını da soruyor. Hızır mı ne diyorum kendi kendime.
Bir insanın selamı değil, sanki bana hayat veren bir ses! O kadar çok mutluyum. Ezanlar burada okumasa da böyle bir insanın varlığı bana yetiyor. Semerkant insanının bitmeyen güzelliğini ve Müslümanlığını yeniden hissediyorum.
Semerkant Zamanlarına Yükseliş
Semerkant’ı keşfetmeye devam ediyorum. Bütün gün dönüp dolaştım içinde. 15. yüzyılda inşa edilemeye başlanan ve karşılıklı olarak bir birine bakan medreseleri gezdim. İlki Timur tarafından 15. Yüzyılda inşa edilmiş. Afganistan, Pakistan, Azerbaycan’dan gelen ustalar ve sanatçılar çalışmış. Timur, burayı bir İslam külliyesi olarak imar etmiş. İçinde cami ve medrese dershaneleri bulunuyor. Önünde iki minare ve içinde en yüksekte duran turkuaz kubbe. Medresenin içinde güzel avlular var. Sonra Uluğ Bey tam karşısına aynı mimari ve aynı hacimde bu defa bir bilim merkezi yapıyor. Uluğ bey, bu defa mimar Abdullah ile bütün ustaları ve sanatkarları Semerkant ve çevresinden temin ediyor. Timur’un medrese külliyesi dini ilimlerde yetkin. Bunun karşısında yapılan bilim merkezi ise dünya ilimlerinde. İçinde astronomi çalışmaları için gözlem evi yapılıyor. Dünyanın bilinen ilk önemli gökyüzü hesaplamaları, modern döneme en yakın biçimde burada yapılmış. Uluğ bey astronomi kitabı yazmış. Kitabı Timur’un inşa ettiği bölgedeki bir müzede görme bahtiyarlığına ulaşıyorum. Fotoğrafını çekiyorum. Bir an kendimi o çağlarda hissediyorum.
Birbirine ayna olan medrese ve bilim merkezi ilginç bir anlam içeriyor. Bilim ve din birbirlerini seyre dalıyorlar. Bilim dinde kendisini seyrediyor, din de bilimde. Muhteşem bir seyre dalış! Aşıkların birbirine bürünen benlikleri halidir bu. Bilim ve din beraber olmuş, kaynaşmış, aynı aşkta muhabbete dalmışlar burada. Avrupa’da bilim ve din en kanlı savaşları yaşarken burada bilim ve din ilahi aşkın muhabbetinde buluşarak varlığı anlamanın peşine düşmüş. Dini fanatizme çekenleri bilim ikaz etmiş, bilimi akıl kibrine çekenleri de dinin ruhaniyeti teskin etmiş. Bu güzellik, bu sanat ve bu hayret buradan doğmuş. Hala seyretmekle doyamadığımız dünyanın harikası. Bütün gece bu harika eserleri seyrederek etrafında dolaştım. Kah oturdum, kah yürüdüm. Ama seyrederek, ama düşünerek, ama görerek… Kitaplardan uzak okuma denemeleri yaptım adeta.
Semerkant bir aşkın ismi. Semer adlı erkek ile kent (aslında kand) adlı kızın aşkı. Tatlı, şiirin anlamındaki kent. Kısrak anlamındaki kent. Bu hikâyeden doğan İslam medeniyeti de aşkın, güzelliğin, şirinin ve harmoninin tezahürü. Mekke’de inen ruh, Medine’de semalara kanatlandı. Sonra avuçlar içinde dünyanın güzel şehirlerine savruldu. Semerkant da bunlardan biri. Burada mütefekkirler, alimler, sufiler hep aynı ruhu terennüm etti. Farklı dillerde aynı aşkın muhabbetinden yetişerek, aynı ruhun kaynaklarından yudumlayarak yetiştiler. Ruhlarla beslenen ruhlarla büyür, ruhlarla etraflarına aydınlık saçar. Semerkant aydınlanması da budur. Nurun kanatlanmasıdır. Sanatta, güzellikte, mimaride, bilimde ve dinde kanatlanma. Ruhun göklere yükselişidir. Bilincin, pak imanın, arınmış kalbin yükselişi.
Gecenin sessiz geç saatlerinde medreselerin etrafını dolaşırken Semerkant’ta kimler gelip geçmiştir diye düşünüyorum. İmam-ı Maturidi’nin, Nakşibendi hazretlerinin, Uluğ bey’in, Ali Kuşçu’nun, Ubeydullah Ahrar’ın Abdullah Cami’nin ve Buhari’nin bu sokaklarda dolaştığını hayal ediyorum. Belki kaldırımlar değişti, binalar değişti, insanlar değişti. Ancak bütün bunlar fiziğin dünyası. Zamanın fiziğe bürünerek var oluşu. Oysa bunların ötesinde bu mekânda yaşayan, konuşan, elinde kitaplarıyla koşan, medrese avlusunda hocalarına sorular soran, yeni bir düşünceye ulaşmanın heyecanıyla kendinden geçerek içine sığmaz sevinçlerle etrafına bakınan insanları hissediyorum. Ne önemi var zamanın? İnsan hayalleri ve duygularıyla aşmıyor mu onu? Semerkant’ı neden sadece akılla kavrayalım ki? Neden sadece fizikle bakalım ki ona? Onu hislerimiz, rüyalarımız ve hayallerimizle de göremez miyiz? Ben bunu yapmak istiyorum.
Semerkant’ı duymak, görmek ve akletmek gerek. Beş duyunun beş ötesine uzanmak…İşte o zaman Semerkant farklı zamanlarına bizi içeri buyur ediyor. Kapılarını açıyor. Külliyelerini kapı ile simgeleyen de o değil mi? Sanki her şeyin başlangıcı kapıdır diyor bize. Bilginin de, dinin de, aşkın da. O nedenle her girdiğiniz külliyede önce kapı kendisini size hissettiriyor. Başka bir dünyaya, başka bir kapı ile giriyorsunuz. Kapı, sizi her yere götürendir. Türbeye, medreseye, gözlemevine, tekkeye…Kapı açılan başka bir dünyadır. Ben bu kapıları, iç içe geçmiş kapılar olarak görüyorum. Hatta Bibi Hatun medrese kapısında iç-içe geçen dört kapı keşfediyorum: Şeriat, tarikat, marifet, hakikat. Belki de ben bilincimdekini oraya yansıtıyorum. Ama bu iç içe geçen kapılar algısı üretmenin başka ne manası var ki?
Semerkant külliyelerindeki sanatsal güzellik, renkleriyle bizi çarpıyor. Cennetten ödünç alınmış renkler sanki. Turkuaz, burada çinilerin piridir. Her yerde renklerin ihtişamını yansıtır bize. Turkuaz çinilere maviler ve çok az da olsa yeşiller eşlik eder. Renklerin cümbüşünde başka alemlere dalarız. Ayetlerle tezyin edilmiş duvarlar, kubbelerin tavanları, sütunlar, minareler bu dalışta bize eşlik ederler. İslam sanatı, figüre karşı güzelliğini bunlarla kanıtlar adeta. İnsan figürü kullanılmadan estetik düzeyi yüksek bir sanat ancak bu şekilde icra edilir. Güzellik Allah’la yarışarak değil, onunla beraber olunarak sunulur. Güzellik ondan gelen ve yine ona giden bir ilhamın yansımasıdır. Çiniye, renge, kubbeye ve minareye işlenen ruhun taşa nakşıdır. Ruh ve bedenin birliğidir. Ten ve tinin raksıdır. Madde ve mananın birliğidir. İnsan ve Allah’ın güzellikte buluşmasıdır.
Her şehir bir keşiftir. Semerkant’ta da bunu yaşıyoruz. Hem onu keşfediyoruz, hem de onda kendimizi keşfediyoruz. Şehir bize açıldıkça biz de şehirle açılıyoruz. Kendimizi şehrin farklı zamanlarında yaşarken hissediyoruz. Onun seslerine, yüzlerine, zamanına ve akışına katılıyoruz. Onunla aramızda var olan mesafelerimiz kalkıyor. Bir özne ve nesne mesafesinin yok oluşu… Başka bir bilgi, başka bir boyut, başka bir ilişki bu. Onu ancak duygular ve tahayyüllerimizle anlayabiliyoruz. Fizik burada işlemiyor. Semerkant’ın sokaklarında dolaştıkça, insan seslerine katıldıkça ve zamanların içine daldıkça artık nesnel zaman ve nesnel mekan kayboluyor. Kendi Semerkant’ımızı buluyoruz. Semerkant bizde başkalaşıyor. Yaşadığımız çağların ötelerine, seslerin ve mekânların ötesine uzanıyoruz. Semerkant’ı keşfettikçe kendimizi de keşfediyoruz. Zamanları farklı yaşayan bir şehirde kendimizi buluyoruz. Yüzyılların entelektüel havzasında dolaşıyoruz. Onun ruhuna dokunuyoruz. Ruhumuzun sükûnete açlığını, telaşa direncini ve düşünceye saygısını hissediyoruz. Modern çağ şehirlerinin ruhsuz bedenlerinde fiziğe mahkum köleliğimiz aklımıza geliyor.
Medreselerden Müzelere
Gece on sularında yeniden medreselerin yoğun olduğu yerlere gezmeye çıkıyorum otelimden. Otelimin üzerinde olduğu cadde epeyce seyrelmiş. Hayat burada zaten yavaş akıyor. Şimdi daha da yavaşlamış. Gecenin sessizliği ve ışıklandırmaların gölgeleriyle Timur ve Uluğ Bey’in yaptırdığı medreseler başka bir güzel.
Uzun, geniş ve etrafı yeşilliklerle donanmış yollarda yürüyerek medreselerin turkuaz renkli kubbelerine, hakim duran kapılarına ve yanlarında birer abide gibi duran minarelerine seyre dalıyorum. Bir ara bankta oturarak onları düşünüyorum. Yapayalnızlığımla, sessizliğimle ve içimdeki sevincin verdiği renkli duygularla bilim ve imanın, aydınlanma ve imanın, sanat ve imanın kardeşçe beraberliğini düşünüyorum.
Sonra Bibi Hatun Medreseleri’ne doğru yürüyorum. Tek tük gençler geçiyor yanımdan. Ama sessizlik ve mahremiyet sınırlarıyla kimseyi rahat etmeden dolaşıyorlar. Sanki bu medreselerden geriye kalan insanların davranışlarında hala yansıyan sükunet ve nezaket. Bibi Hatun, Emir Timur’un çok sevdiği karısı. Onun hatırına büyük bir külliye yaptırmış. Külliyenin eserleri mimari yapılarıyla hala ayakta. Medreseler, medreseleri tutan kapılar, kubbeli camiler ve bir de tam bu yapıların karşında duran türbe.
Bir kadın anısına böyle görkemli eserler hükümdarlar tarafından her zaman inşa edilmiş. Timur da bunu yapmış. Bir kadının hükümdarlar üzerindeki nüfuzunu hatırlatıyor insana. Osmanlı’da büyük sultan Kanuni’nin Kösem Sultan için yaptırdığı Haseki Sultan Külliyesi gibi. Büyük devletlerin varlığında kadınların yerini mi anlatıyorlar yoksa büyük sevgilerini mi? Aslında büyük hayratlar bunlar. Çünkü hanımları için yaptırdıkları külliyelerde medreseler, şifahaneler, tekkeler var. Bütün bunlar halka hizmet veriyor. Bu hizmetler peygamberin nasihati olan “salih amelleri” yad ediyor. Hükümdarların aşkı ve kadınların nüfuzu halka hayır götürme ile sonuçlanmış. Bugünün modern çağında böyle kadınlarımız var mı? Kadınlar için besledikleri büyük aşkları için büyük ilim merkezleri ve camiler yapanlar var mı? Aşkın büyüklüğünü salt maddi zevke gömmek yerine millet hayrına sunanlar var mı?
Timur’un başkentinde kurduğu büyük mabetler ve eserlerin beyhudeliği içimize işliyor. Kudretin mabetlerle, sanatla, mimariyle ve kültürle kalan yüzü…Kudretin çürüyen ve yok olan doğası…Dünyanın en kibirli, en kudretli varlıkların yaşadığı faniliği… Bir derin paradoks bu düşündüklerim. Semerkant, beni ilk defa derin bir paradoksun üzerine bırakıyor. Bir yandan görkemli sanat ve mimari, öte yandan artık akmayan donmuşluk. Entelektüel cetlerimizin çağlarına hayallerimde yaptığım seyahatlerle büyük bir heyecan yaşarken, şimdi geriye kalan bu sanat harikalarının yalnızlığını ve şehirde sadece turizme nesneleşmelerini hissediyorum. Semerkant, o muhteşem günleriyle yaşamıyor artık. Bu soğuk öldürücü gerçek bütün sertliğiyle düşüncelerime çarpıyor. Ey akıl nedir bu senden çektiğim?
Büyük geleneğin, büyük hikmetin ve büyük hakikatin nurlanarak etrafını aydınlattığı bu havzada artık ne ezan okunuyor ne de camilerinde namaz kılınıyor. Şadırvanları akmıyor. Hocaları avlularında öğrencileriyle bilim tartışmıyorlar. Minarelerinin renkli güzelliklerine ezan sesinin güzelliği eşlik etmiyor. Salt bir turizm merkezi şimdi bunlar. Medreseler ve camiler gitmiş, yerine incik-boncuk satan dükkanlar gelmiş. Turistler dolaşıyor talebeler ve müderrisler yerine. Kubbeler, minareler ve renkler sadece mimari zevke indirgenmiş. Bir düşüş yaşanmış. Salt bir medeniyetin düşü değil bu. Hakikatin ve hikmetin de düşüşüdür bu. Bunun yerine maddenin, çıplak sanat ve mimarinin, dünyevi para ve kazancın sentezlendiği turizm endüstrisi.
Yahya Kemal üstadın Ezansız Semtler fikri geliyor aklıma. Burası da öyle olmuş. Ahmet Haşim’in Müslüman Saati denemesi tam da burayı anlatıyor. Burada da artık saat değişmiş. Müslüman saati kayıplara karışmış. Zaman başka akıyor, başka renkleniyor, başka işliyor. Artık ne Maturidi, ne Nakşibendi, ne de Buhari var geride. Sadece mezarları ve onlara seyahat eden duygularımız. Onların taşıdığı nurla aydınlanmıyor Semerkant. Semerkant dirilebilir mi yeniden bu nurla? Bilmiyorum
Son günümüz kongrede geçiyor. Farklı ülkelerden hocalarla tanışıyoruz. Semerkant Devlet Üniversitesi’nin güzel tarihi binalarında tebliğlerimizi sunuyoruz. Türkiye’den gelen arkadaşlarla muhabbete dalıyoruz. İranlı bir hanımefendi ile Tebriz’de toplantı için sözleşiyoruz. Nurşen Mazıcı hoca ile dolaşıyoruz. Muhammed Kani hoca ve arkadaşlarıyla İmam-ı Maturidi’nin türbesine gidiyoruz. İmam-ı Maturidi, düşüncemizin kurucu babalarından biri. İtikadımızın imamı. İslam düşüncesinin özgür irade ve dinamik düşüncenin savunucusu. Şahsiyeti her zaman önemseyen bir bilinç. Bunları düşünerek yine turkuaz renkli güzel türbenin içine dalıyoruz. Dualar okuyup huzurunda kalıyoruz. Ne büyük bir bahtiyarlık! Onun huzuruna varmak, ona selam vermek ve ona dualar okumak. Yeniden umutlanıyorum. Yeniden içimde iman duygularının pırıltıları taze depreşiyor. Semerkant’ı çarpan modernliğin sekülerliğiyle üzerime çullanana kasvet dağılıyor. Onun derinliğinde sürüp gelen bir nurun varlığını hissediyorum. Onu yeniden bilincimizle keşfetmek gerek diyorum. Ruhumuzla ona dokunmak. Belki onu hak ettiğimiz gün, Semerkant yeniden derinden akan nuruyla gökyüzünde parlayacak.