Günler geçtikçe geçmişe, çocukluğuma olan özlemimin iyiden iyiye arttığı şu günlerde, bir çocuk kanalında kız kardeşimin izlediği çizgi filmle işin rengi epey bir değişti ve hayatı sorgulamaya başladım. Çizgi film, Binbir Gece Masalları’nda anlatılan Aladdin ve Sihirli Lambası’nı konu almıştı. Hikâyenin gidişatını bilirsiniz, şehrin haylaz genci Alaaddin bir lamba bulur, tesadüfen lambayı okşar ve içinden çıkan cin Alaaddin’e üç dilek hakkı olduğunu söyler, akabinde de olaylar gelişir. Benim hayatı sorgulamaya başlamam ise günümüzden yaklaşık 1200 yıl öncesinin Bağdat’ındaki renkli ve şen şakrak hayat ile şehrin günümüzdeki durumunu kıyas etmem ile oldu.
Bağdat, tarih sahnesine Babil, Medain gibi antik şehirlerin yakınında kurulan küçük bir belde olarak girdi. Dicle ve Fırat nehirlerinin ortasındaki bereketli topraklarda yer alan şehir İslamiyet öncesi dönemde Sasanilerin hâkimiyetindeki ufak ticaret beldesi olarak kalmaya devam etti. Hicri 13. yılda Hz. Ömer’in komutanlarından Müsennâ bin Hârise, şehri fethettiğinde Bağdat’ın ne kadar büyük bir potansiyele sahip olduğunu bilmiyordu. İranlı tüccarların her sene panayırlar düzenlediği şehir, dört halife döneminde daha çok ticaret şehri olarak gelişmesini sürdürdü. Emeviler devrinde bölgedeki konumundaki dolayı önemli bir askeri üs haline getirildi. Şehrin masallara mekân olacak hale gelmesi için İkinci Abbasi halifesi Mansur’un Bağdat’ı kendine başkent seçmesini beklemek gerekecekti. Mansur 762 yılında, ilk olarak şehri imar ve inşa etme hareketlerine başladı. Adını da Kuran`daki “barış yurdu veya cennet” anlamına gelen “Dar`us Selam” isminden esinlenerek “Medinetu`s Selam” koydu. İslam dünyasının dört bir yanından gelen mimar ve işçilere şehrin etrafını saran surları inşa ettirdi. Şehrin içine Dicle nehrinden kanallar yaptırdı. Bağdat adeta masallara layık bir şehir oluyordu. Harun Reşid döneminde de bu gelişmeler sürdü ve bilim merkezi haline geldi ta ki Harun Reşid’in ölümüyle taht kavgaları başlayana dek.
Harun Reşid’in oğlu Memun günümüz üniversitelerinin ilk temellerini atarak Beyt’ül Hikme medreselerini kurdurdu. Harezmî, Kindî gibi âlimler bu medreseden mezun oldu. Ardından el-Kaim döneminde ise halifenin çağrısıyla Büyük Selçuklu sultanı Tuğrul Bey 15 Aralık 1055`te şehri alarak Bağdat`ta Türk egemenliğini başlattı. Beytü’ül Hikme’den sonra 1227 yılında Muntasır tarafından ilk İslam üniversitesi kuruldu. Eğitim kalitesindeki artış, bilimin ilerlemesine, bilim de İslam’ın Altın Çağı’nın yaşanması neticesine ulaşacak zemini hazırladı.
Olan onca güzel şeye rağmen 1238 yılında Moğol felaketi bu şehre de uğrayacak, medreselerin onca yılda biriktirdiği birikimin Dicle nehrine dökülmesine sebep olacaktı. Ardından Timur şehre çok güzel bir şekilde(!) gelecek, şehri fethedecekti. Şehri fethetmekten çok zulmetmekle uğraşan Timur, askerlerinin her birinden yanına gelirken birer kelleyle gelmesini isteyecek, toplattığı 800.000 insan kellesiyle kuleler yaptıracak ve bu kulelerin karşısına geçip şu cümleleri söyleyecekti “Selam olsun size, ey şehitler topluluğu! Sizin şehadet mertebesine ulaşmanıza biz sebep olduk, bunun için kıyamet günü bize şefaat etmeyi sakın unutmayın.”
Onca inşa ve ihya hareketinin ardından gelen yıkım felaketi Bağdat’ın feleğini şaşırtmıştı. Şehir, Safeviler’in eline geçtiğinde bir nebze nefes alabilme ümidiyle ufuklara bakarken, Şii Şah İsmail’in Sunnî olan her şeyi yakıp yıkmasıyla, şehir iyice çöktü. Hastalığının ilacı Osmanlı’ydı. Kanuni Sultan Süleyman 1534`te Irakeyn Seferi sonucunda Bağdat`ı Safevilerden aldı. I. Dünya Harbi’ne kadar emin ellerdeydi kadim şehir. 1917 yılında İngilizler tarafından şehir işgal edilince elimizden kayıverdi Bağdat. 2003 yılında da Amerika’nın işgaliyle de günümüzdeki haline, harabeye dönüştü.
Bağdat’ın masallar şehrinden tabiri caizse kâbuslar şehrine dönüşümünü okuduk. Kâbuslar şehri diyorum çünkü geçmişe nazaran bir kıyas yaptığımda benim içim kararıyor. Ve buna rağmen zaman akıp giderken bir şeyler yapmıyoruz. Zamanın su gibi akıp gittiği konusunda hepimiz hemfikiriz ancak zaman akıp giderken elimizdeki tomurcukları da kaybetmemiz ve elimizden bir şeylerin gelmemesi veya çeşitli bahanelerle bunu geçiştirmemiz hususu bir hayli üzücü. Dünya coğrafyasına İslam güneşinin yayılışını araştırdığım ve sizlerle de paylaştığım bir dönemde böyle bir çizgi filmle karşılaşmam pek bir manidar oldu benim için.
İslam tarihinde özellikle Osmanlı dönemiyle daha fazla haşır neşir olmamızın, aslında esas güzelliği kaçırmamıza sebep olduğu kanaatine vardım. Farabi, İbn-i Sina, Ömer b. Hayyam gibi daha nice âlimin yetiştiği, Osmanlı veya Endülüs gibi yüce imparatorlukların yeşermesine vesile olan zeminden bihaber olduğumu, en azından bilgi ve fikir bakımından o dönemle ilgili malumatımın yetersiz olduğunu fark ettim. Bir toprağın bileşenlerini bilmeden, ona hangi tohumu ekmenin daha doğru olacağını bilemeyiz. Devamlı yağmur yağan bir yere, Karadeniz’e buğday ekemeyiz örneğin. Aynı şekilde Necip Fazıl “Tohum Saç!” dedi diye her gördüğümüz yere tohum saçmaya da kalkışmamalıyız. Yani demek istediğim şu; yeniden bir Osmanlı İmparatorluğu kurmak istiyorsak onun kurulmasına vesile olan zemini ve o zeminin felsefesini iyi bilmeliyiz.
Bağdat gibi, Semerkant gibi ilmin ve irfanın bir akarsu gibi fışkırdığı şehirler olmadan, bu şehirleri kurmadan, imparatorluk kurma şerefine nail olamayız. Tarık b. Ziyad Endülüs’e gittiğinde nasıl gemilerini yaktırdıysa veya Selahaddin Eyyubi Kudüs olmadan nasıl gülmediyse, hali hazırda iplerin ucu bizim elimizdeyken, bizim de gemileri yakmamız, bizim de gülmememiz, en azından her gülüşümüzde dünyanın farklı coğrafyalarında zalimlerin zulmüne uğrayan insanların farkında olarak hamd içinde tefekkür ederek bu kör düğüme çözüm bulmamız gerekir diye düşünüyorum. Yazımı da Ölü Ozanlar Derneği filminden bir alıntıyla bitirmek istiyorum. “Vakit varken tomurcukları topla. Zaman hala uçup gidiyor ve bugün gülümseyen bu çiçek, yarın ölüyor olabilir...”