
Muhammet Ali Okur
Arabamızı, evimizi, kıyafetimizi o kadar sık değiştiriyoruz ki onların bizim üzerimizde herhangi bir tesir uyandırmasına bile zaman kalmıyor. Bu tavır insanî ilişkilerimize de yansıyor. Akrabalığın ve dostluğun yerini menfaate göre değişen geçici birliktelikler alıyor.
lk bakışta büyük beyaz yumurta gibi duran taşlarla döşeli boylu boyunca uzanan yol. Kainattaki her şeyin sessiz bir zikre daldığı izlenimini uyandıran bir lâhza sükût. Ardından her seferde aynı besteyi çalan bir müzik aleti gibi hışırdayan kavak ağaçları. Belli aralıklarla tak! diye düşen cevizlerle kendisini hatırlatan ceviz ağacı. Her biri farklı desenlerle, dağlara ve ovalara özenle serilmiş devasa kilimler gibi duran yeşil, sarı, kahverengi tarlalar...
Çocukluk hayatımdan özenle seçilmiş, çerçevelenmiş canlı bir kartpostalda gördüklerim bunlar. Bir de hiç unutamadığım dedemin traktörü... Dedem bir canlıymış gibi davranırdı ona. Başkasının sert kullanmasına asla tahammül edemediği gibi kendisi de onu incitmeyecek kadar dikkatli kullanırdı. Çocukken ben de traktörü insana benzetirdim. Dedemin ona canlıymış gibi muamele etmesinin sebebini de bunda görürdüm. Öyle ya onun da gözü andıran ışıkları, el ve ayak gibi iş gören lastikleri, diğerlerine benzemeyen bir sesi vardı. Ayrıca gıdasını da; mazotla alıyordu. Bazen dedemin övgü dolu sesleriyle sevildiğini anlayan at gibi gayretleniyor, bazen de sesiyle isyan ederek dinlenmek istediğini anlatıyordu. Dedem de onu seviyor, üzmüyordu. Ve bir gün dedem de, traktör de yaşlandı. Traktör satıldı ve dedem çok üzüldü. Öyle ki zaman zaman satın alan adama gidiyor, traktöre bakıyordu ve bize adamın ona çok kötü baktığından şikayet ediyordu. Sonra fark ettim ki dedem eski radyosunu da çok seviyordu. Hatta çocukluğunun geçtiği -depremde çatlayan ve terk edilen- eski evi ziyarete gittiği bile söyleniyordu. Acaba eşyanın ruhu vardı da dedem bu ruhu mu duyuyordu?
Büyüyünce anladım ki meselenin mahiyeti; insanın eşya ile kurduğu ilişkide kendini gösteriyor. Dedem kendisine verilen her şeyin bir nimet olduğuna inanıyor, onu Allah`ın emaneti addediyordu. Çünkü o Hz. Peygamber`in (sav) hutbe okuduğu kütüğün ağladığını duymuştu menkıbelerden, onlarla yetişmişti. İçselleştirdiği sevgi, bağlılık, vefa gibi duyguları eşyaya karşı da gösteriyordu. Otururken yeri, yatarken yorganını öpen derviş de aynı kültürde yetişmişti çünkü.
Bir çoğumuz cep telefonu piyasaya çıktığından beri telefon değiştirdik. Hiçbirimiz telefonumuzla bir ünsiyet kuramadık. Çünkü o bizim gözümüzde sadece ihtiyacımızı gören bir aletti. Daha iyisini bulunca doğal olarak terk ettik onu. Bu, diğer eşyalarla kurduğumuz ilişkide de aynı. Arabamızı, evimizi, kıyafetimizi o kadar sık değiştiriyoruz ki onların bizim üzerimizde herhangi bir tesir uyandırmasına bile zaman kalmıyor. Bu tavır insanî ilişkilerimize de yansıyor. Akrabalığın ve dostluğun yerini menfaate göre değişen geçici birliktelikler alıyor. Eşyayı hızla değiştirebilen insan; eşini, ailesini ve dostlarını da hızla değiştiriyor. Onun için insan, daha iyisi bulunduğunda değiştirilebilecek bir telefon gibi...
Modern insan, eşyaya insan gibi davranmak şöyle dursun, insana eşya gibi muamele etmeye başlıyor. Böyle olunca insan hakları ve hümanizm söylemlerine rağmen kendisi de bir materyal haline geliyor. İnsan, durmayınca eşyanın da kendisinin de ruhunu hissedemiyor.
Hindistan`ı işgal eden İngiliz askerleri yerlilerle birlikte bir yere doğru hızla koşarak gidiyorlar. Yerliler bir ara duruyorlar. İngiliz askerleri neden durduklarını sorunca yerliler şu cevabı veriyorlar: “Ruhumuz geride kaldı.” Geçenlerde dedemlerin evine bir kez daha gittim, dış kapıdan avluya kadar uzanan yolda her zamanki gibi rengarenk çiçekler bana gülümsüyorlardı. Anneannem yine erkenden kalkıp onları suluyor, onlarla konuşuyordu. Bu övgüleri karşılıksız bırakmayan çiçekler daha da güzelleşiyorlardı. Komşularda ise artık böyle bir kültür kalmamıştı. Onlar artık hareketsiz olanla, cansız olanla konuşmuyorlardı. Hatta birbirleriyle bile ilişkiyi kesmişlerdi. Televizyona bakıyorlar ve onu dinliyorlardı sadece... Ve tabi ki çiçeklerin ruhunu da hissetmiyorlardı. Kendilerini değişimin rüzgarına kaptırmışlardı çünkü. Öyle ya çiçeklerin ruhunu herkes hissedemezdi. Durmayan duymuyor, duymayan hissetmiyordu. Tıpkı bir madde gibi. Galiba materyalizm dedikleri böyle bir şey...