2006 yılında aldığı Nobel Edebiyat ödülüyle birlikte, dünyada Pamuk’un eserlerine olan ilgi giderek arttı. Çevrildiği dil sayısı elliyi buldu. Ödülden sonra Türkiye’de de gözler tekrar Pamuk’a çevrildi. Yazarın özellikle Nobel arefesinde sarfetttiği bazı sözler öfkeyle hatırlandı. Pamuk’u bir nefret nesnesi haline getirmeye çalışan bu tepkilere tepki gösteren sesler de duyuldu. Bugün aslında Türkiye’de, Pamuk’u kimin sahiplendiği pek belli değil. Yazarın, liberal ve özgürlükçü söylemleri muhafazakâr çevrelerde dahi makes bulabilirken, resmi tezlerle alakalı açıklamaları, tepkileri üzerine çekebilmektedir. Ancak her ne olursa olsun Pamuk’un militarizm ve devletçilik karşıtı söylemleri, özgürlükçü ve rahat tavırları, her kesimden nefret ya da sempati toplamasına neden oluyor.
Orhan Pamuk, 7 Aralık 2006’da Nobel ödülünü alırken yaptığı “Babamın Bavulu” başlıklı konuşmasının bir bölümünde yazarlığının sırrını şöyle açıklıyordu: “Benim için yazarlığın sırrı, nereden geleceği hiç belli olmayan ilhamda değil, inat ve sabırdadır. Türkçe`deki o güzel deyiş, iğneyle kuyu kazmak bana sanki yazarlar için söylenmiş gibi gelir. Eski masallardaki, aşkı için dağları delen Ferhat`ın sabrını severim ve anlarım. Benim Adım Kırmızı adlı romanımda, tutkuyla aynı atı yıllarca çize çize ezberleyen, hatta güzel bir atı gözü kapalı çizebilen İranlı eski nakkaşlardan söz ederken yazarlık mesleğinden, kendi hayatımdan söz ettiğimi de biliyordum. Kendi hayatını başkalarının hikâyesi olarak yavaş yavaş anlatabilmesi, bu anlatma gücünü içinde hissedebilmesi için, bana öyle gelir ki, yazarın masa başında yıllarını bu sanata ve zanaata sabırla verip, bir iyimserlik elde etmesi gerekir.”
Orhan Pamuk her şeyden önce biçimsel yenilikler içeren bir üsluba sahip. Son yıllarda yalnızca Türk Edebiyatında değil dünya edebiyatında da bir fenomen haline geldi. Türk edebiyatında gerçekçi roman geleneği izlerinin hala çok güçlü bir biçimde hissedildiği bir zamanda, biçimsel denemelere hala fantastik ögeler taşıyan bir estetik davranış gözüyle bakılırken okuyucuya yeni formlar yeni biçimler sunma cesareti gösterdi.
Pamuk’un ilk romanı Cevdet Bey ve Oğulları (1982)’dır. İstanbul’da başlayan roman, Türk toplumunun ilk burjuva ailelerinden birinin üç kuşak süren uzun öyküsünü anlatır. Yürürlükteki toplumsal ölçütlere uyum sağlamış olanla, toplumsal ölçütlerle bağdaşamayan karşıtlıklardan beslenir. Yazarın ikinci romanı Sessiz Ev (1983)’dir. 1980 öncesi sağ- sol çekişmeleri, Osmanlı tarihinde rasyonalizmin serüveni, Türk toplumunun uzak ve yakın geçmişi, romanın gerçekçi yanlarını oluşturuyor.
Pamuk, üçüncü kitabı Beyaz Kale (1985)’de okuduğu tarih kitaplarını ve diğer metinleri kendi süzgecinden geçirip kurmaca bir düzleme taşıyor. Pamuk’un tarihi olayları oryantalist bakış açısıyla değerlendirdiği eleştirisi büyük ihtimalle bu romandan sonra seslendirilmeye başlandı. Tarih, din, felsefe, sosyoloji, psikoloji, onun metinlerinin birinci planda malzemelerini oluşturuyor, ancak bunların kendi özgül gerçeklikleri zaman zaman ikinci plana itiliyor, kimi yerde tümüyle ortadan kalkıyor.
İlk defa 1990’da yayımlanan Kara Kitap, Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar”ından bu yana gerçekleştirilmiş en uçtaki kurgu/biçim romanı kabul edilmektedir. Yeni Hayat (1994) bir anlam arayışının romanıdır. Öte yandan okurların büyük çoğunluğu Kara Kitap ve Yeni Hayat’ı anlamadı. Baştan sona bitirilemeyen Pamuk romanları ya da romanların hemen başında, okuyucuların öğrenilmiş sıkılma eğilimleri göstermeleri, bu iki kitaptan okuyucuya hatıra kaldı dense yeridir. Bundan sonra Pamuk okurları, rahat ve huzurlu bir okur tutumundan uzaklaştılar; biçim kaygılarına gömülmüş kurmaca edebi metinlere kendilerini alıştırmaya çalıştılar.
Orhan Pamuk’un altıncı romanı Benim Adım Kırmızı (1998)’nın ana kurgu ilkesi, postmodernizmin çoğulculuk’udur. Aşk, somut ve soyut, resim ve yazı, Doğu ve Batı, hümanizma ve teokrasi, kırmızı ve mor… Romanın en önemli özelliği ise metin dokusunun büyük bir bölümünü oluşturan minyatür tasvirleridir. Yazıldığı dönemde oldukça ses getiren, kimilerine göre siyasi roman kabul edilen Kar (1999), toplumsal malzemenin yoğun kullanımına karşın hiçbir zaman toplumsal gerçekçi bir roman değildir.
20. yüzyılın başlarına dek okur, yıllarca kendi dünyasının fiziksel şartlarına benzer bir dünyada yaşayan kişilerin başlarından geçen olayların öyküsünü okudu romanlarda. Kimi kez duygulandı, etkilendi, coşku duydu, şaşırdı, kimi kez ders aldı, bilgilendi, Her şeyden önce okurun rahatlıkla takip edebileceği dün-bugün-yarın zincirini anlatılıyordu öyküler. Bu durum 20. yüzyıl içinde kimi gelişmelerin dünyayı ve hayatı çok yönlü değişime uğratmasına dek sürdü. Madde, Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi birey-insanı da tahttan indirdi. Bu arada tahttan inen birey insanın, romandaki yansıması kahraman silikleşti, gücünü yitirdi; tabiattan giderek koptu, nasıl çalıştığını tam olarak algılayamadığı teknik aygıtlarla kuşatıldı, betonlaşmış kentlerde yaşamak zorunda kaldı, çevresine de kendinse de yabancılaşıyordu insan. Belirsizlik ve ihtimal kavramları 20. yüzyıl biliminin başköşesine oturmuştu artık. Çağın gerçekliği hiç de rasyonalistlerin/deterministlerin dediği türden bir gerçeklik değildi; neden-sonuç ilişkilerinin dışına taşmıştı. İşte romanı ve romancıyı yeni biçim anlayışlarına iten bu değişimler oldu. Artık gerçeği yansıtmak için, dış gerçekle örtüşen bir öykü anlatmak yeterli kabul edilmiyordu. Bu yüzden dış gerçeği yeniden yansıtmak istemeyen romancı, romanında biçimle, teknikle yeni bir yaşam kurma yolunu seçmiştir. Pamuk da kendi ifadesi ile kurulmuş bir dünyayı yeniden kurma tuzaklarına düşmek istememektedir. Pamuk romanlarında gerçekliği kendi kurmak peşindedir. Pamuk, okuruna yol göstermekten vazgeçmiştir. Göstereceği yolu da belki kendisi de bilmemektedir. Bundan böyle metnin anlamının üretilmesinde okuyucuya çok iş düşmektedir.
Türk okurları toplumsal mesaj bulunmayan metinleri edebiyat dışı saymaktadırlar. Türk yayın tarihinde en çok satılan kitapların yakın tarihimizle ilgili anı, inceleme ve denemelerin oluşturmasının sebebi budur. Hatta Türk okuru, romanı salt bir edebiyat ürünü olarak da benimsemez. Bizim gibi ülkelerde okumak yararlılıkla ilgilidir, haz için okuma alışkanlığı yenidir. Türk roman okuru yanında hala bir sosyolog, bir psikolog, bir yol gösterici aramayı sürdürmektedir. Biçimcilik hala suç içeren bir estetik davranıştır.
Yazarın Nobel aldıktan sonra yayımlanan eseri Masumiyet Müzesi’nde, Nisan 1975 İstanbul’unda başlayan bir aşk öyküsü anlatılıyor. Öykü hiçte yabancı olmadığımız esas oğlan zengin çocuğu Kemal ile fakir tezgâhtar Füsun arasında geçen bir aşk öyküsüdür. Metin birinci tekil şahıs ağzından yazılmış. Metinde bir yandan batılılaşmış zengin ailelerin sosyal hayatları, Avrupa görmüş eğitimli Nişantaşılı kızların “bekâret” anlayışları gibi sosyolojik konular aralara serpiştirilirken bir yandan da aşkın en incitici hali işleniyor. Sonu mutlu biten aşk hikâyeleri, birkaç cümleden fazlasını hak etmez denilerek öykü derinleştiriliyor. Sevdiği kadın başkasıyla evlenmesine rağmen, her akşam evine ziyarete giden ve ailesiyle vakit geçiren Kemal, sevdiği kadına ait usanmadan biriktirdiği eşyalarla bir müze kurma fikrine gider. Kemal, eşyanın içine sıkışmış hatıralarla yaşamayı seven birisidir. Aşkını hem unutmak hem de hayal etmek istemektedir. Toplayıp biriktirdiklerini bir kenarda gizleyen utangaçları, modernlik dışı bir tutum içinde niteleyen yazar, koleksiyonuyla gururlanıp onu teşhir etmek isteyen mağrurların da Batı medeniyetinden çıktığını söylemeden edemiyor. Müze fikrine düşünmek ile hatırlamak, kaybetme acısı ile kaybetmenin anlamı arasında ulaşıyor. Yazar bir röportajında aslında romanı eşyaların dilinden hatıraları anlatarak yazmaya başladığını ancak belli bir süre sonunda bundan vazgeçtiğini ve şimdiki hale döndüğünü söylemişti. Kanımca Pamuk hala içerik ve biçim arasında Türk okurunu tatmin etmek adına içerik yönünde ağır basan kararlar alıyor. Kim bilir Nobel alma stresinden sonra belki de Pamuk tekrar hayata dönmüştür.