
Turgay Bakırtaş
Bizzat Suriye ordusunun kendi halkının bir bölümüne savaş açtığı, kimyasal silahların beş atılıp bir sayıldığı, açlığın perişan ettiği nice bölgenin bulunduğu bir ülkeden bahsediyoruz. Gerçek anlamıyla kıyametin yaşandığı topraklardan hayatta kalma içgüdüsüyle kaçıp gelenlere “vatan haini” demeden önce bunu da bir düşünün lütfen.
İnsan tuhaf bir varlık. Zalimliği, bölücülüğü, vicdansızlığı genellikle kötülere ve sahip oldukları baştan çıkarıcı imkânlara bağlarız ama yeri geldiğinde çok daha küçük dünyalarımızda hiç düşünmeden acımasızlığın kitabını yazarız.
Suriye’deki çok uluslu savaşın mağdurları kitleler halinde ülkemize sığınmaya başladığından beri, acımasızlığın “butik” yüzlerine aşinayız. Son örneğini yerel seçimlerin hemen sonrasında gördük: CHP’den Bolu Belediye Başkanı seçilen Tanju Özcan, Kuran-ı Kerim öperek başladığı vazifesinin daha ilk gününde, şehirde yaşayan az sayıdaki Suriyeli mülteciye savaş açtı. Yeni başkanın söylemlerine göre karşımızda şöyle bir tablo vardı: Suriyeliler kâh o kurumdan kâh bu kurumdan öbek öbek para alıyor, yaşadıkları şehre hiçbir fayda sağlamıyor ve oturdukları yerden “Nasıl da enayi Türklerin parasını yiyoruz” diye Erol Taş kahkahaları atıyorlar!
“Mukaddes kitabımız sadece öpmek için midir” ve “Koskoca Bolu, sayıları iki bini bile bulmayan mülteciye mi bakamıyor” sorularını bir kenara bırakarak, asıl tartışılması gereken noktaya odaklanalım: Neden Türkiye’de yaşanan çoğu ekonomik ve toplumsal sorunda önce ve şiddetle mülteciler (ve onların ülkemizdeki varlığına izin verenler) suçlanıyor?
Her Devrin Düşmanı: Yabancı
Bu sorun, ülkemize ya da yaşadığımız zamana has değil. Adına ister mülteci ister geçici işçi ister kaçak diyelim, “yabancı” her zaman ve her toplumda dikkatleri uzun süre üzerine toplar. “Yabancı”nın varlığını, ait olduğumuz, dahası “sahip olduğumuz” her şeye karşı bir tehdit olarak algılama eğilimindeyizdir. Toplumların işleyişinin olağan parçası sayılan her aksaklık (adi suçlar, ekonomik dalgalanma, kültürel değişim vs.) sanki daha önce hiç yaşanmıyormuş gibi yabancının gelişine yorulur. Kendi halimizde gül gibi geçinip gidiyoruzdur ama bir sabah ne tipi ne dili ne de tavırları bize benzeyen bir grup insan hayatımızı mahvetmek üzere teklifsizce evimize adım atar!
Burada garip olan, asıl sancıyı, asıl gerginliği çekenin “yabancı” olduğunu gözden kaçırmaktır. Bırakın öz vatanımızı terk edip başka bir ülkeye sığınmayı, yeni başladığımız bir işte ofise ilk adımı attığımızda bile omuzlarımızda ağır bir gerginlik taşırız. Kim bana nasıl bakacak, kendime arkadaş bulabilecek miyim, acemice bir şey yaparsam gülerler mi, yemekte yanlarına otursam mı gibi sorular zihnimizde cirit atar. Bu gerçeğe rağmen, “yerli” olan “yabancı” olanda mutlak bir zavallılık, sürekli bir minnet hali görmeyi umar; dik yürümesin, kahkaha atmasın, üç yüz liralık parfüm sıkmasın, denize girip yüzmesin ister. Yabancının kendi kültürüyle var olması kadar, bizim kültürümüze uyum sağlamaya çalışması da sinirimizi bozar. Sadece evine dönsün ve bizi o gelmeden önceki mesut yaşantımızla baş başa bıraksın isteriz.
Zaman, her şeyi olduğu gibi bu mantık dışı duygularımızı da törpülüyor elbette. Ama o gün gelene kadar, bizden önce defalarca tecrübe edilmiş bir durum ilk defa bizim başımıza geliyormuş gibi davranmayı sürdürüyoruz.
Ahlakı Çiğneyen Siyaset
Bu arada, abartılı da olsa bazı tepkilerin çok da temelsiz olmadığını belirtmeliyim. Şu ya da bu ölçüde bir medeniyet seviyesine, iyi kötü bir şehir kültürüne alıştığımız için, buna alışık olmayan toplulukların yarattığı gündelik sıkıntılardan rahatsız olmamız, bu rahatsızlığı dışa vurmamız tabiatımıza ters değil. Yeter ki bu detaylara takılıp kendimizi paralamayalım.
Her ne kadar toplumsal bir sürecin doğal yansımaları olsa da bir bilinç geliştirmek ve süreci daha sakin atlatmak için güncel detayları konuşmak gerekiyor. Örneğin, gerçekten de Suriyeli mülteciler Türkiye ekonomisini sömürüyor mu? Mesela, Suriyelilere öncelik tanındığı için bazı haklarımızdan mahrum mu bırakılıyoruz?
Altı çizilmesi gereken ilk sorun şu: Devletin Suriyeli mültecilere yönelik ekonomik yardımlarına dair çok ciddi bir dezenformasyon var; iş yapmadan düzenli biçimde maaş aldıkları, onlara ödenen maaşların vergilerimizden kesildiği, istedikleri hastaneye gidip bedava tedavi oldukları, ilaçlara beş kuruş bile ödemedikleri gibi. İnsanların böyle düşünmesi için yoğun bir propaganda yürütülüyor. Çünkü iç politikadaki siyasi rekabet, yer yer ahlakı da çiğneyerek mültecileri bir silah olarak kullanıyor. Yerel seçim öncesi bunun örneklerini gördük; Suriyeli sığınmacıların yoğun olduğu bölgelerdeki muhalefet partilerine mensup bazı adaylar, söylemlerini bu çerçeveye oturttu. İçinden geçtiğimiz ekonomik krizin etkisiyle, insanları hassas oldukları noktadan yakalayıp mültecilere karşı önyargılı olmaya yönelttiler. Pazara indiğinde soğanın kilosunun on liraya çıktığını gören vatandaşın, bu pahalılığın “bizden alıp onlara vermeleri” yüzünden gerçekleştiğini düşünmesini istediler. Yazık ki kısmen başarılı da oldular.
Ya Biz Mülteci Olursak?
Hâlbuki siyasi çekişmelerin “asalak” olarak göstermeye çalıştığı Suriyeliler, trafik ışıklarında araba camına yapışan dilenci çocuklara indirgenemez. Bugün Türkiye’de, kamplarda yaşayan mülteci sayısı yok denecek kadar az; sığınmacıların tamamına yakını hayatın içinde kendine alan açtı, iş yapıyor, ekonomik düzenin parçası haline geliyorlar. Kısacası “katma değer” sağlıyorlar. Öte yandan, çalışamaz durumda olanlara yapılan yardımların önemli bir kısmı AB fonlarından, bir kısmı da STK’lar tarafından karşılanıyor. Devletin yaptığı yardımlar da yok değil elbette. Ama bu yardımlar yüzünden mahvolmuş bir ekonomi olduğunu iddia etmek cehaletle ya da art niyetle açıklanabilir ancak.
Öte yandan, ülkemizde yaşayan ve artık misafir olmadıklarını bildiğimiz Suriyeliler ekonomik olarak yük oluştursa dahi şu unutulmamalı: Mültecilik bir haktır. Mültecilik, dünya üzerinde yaşayan her bireyin sahip olduğu evrensel bir sigortadır. Bugün onların başına gelen felaketin yarın bizim başımıza gelmeyeceğinin, bir sabah kendimizi başka bir ülkenin yardımına muhtaç bulmayacağımızın hiçbir garantisi yok. Vatanını terk etmek zorunda kalmayı “hainlikle” ya da “ölümden korkmakla” açıklayan aşırı milliyetçi söylemlerin etkisiyle bazı şeylerin asla başımıza gelmeyeceğini düşünmek saflıktır. İnsanlık tarihi bunun sayısız örneğiyle dolu.
Peki Suriyeliler vatan haini mi? Bu soruya Çanakkale’den, Kurtuluş Savaşı’ndan örnekler yığmadan önce şunu hatırlayalım: Eğer işgalcinin de savunmacının da niyetin de açıkça belli olduğu bir savaş yaşansaydı, Suriye’yi terk edenler için ağır ithamlarda bulunmak bir nebze anlaşılabilirdi. Fakat bir tarafta Rusya öbür tarafta Amerika’nın, bir yandan Esed öbür yandan İran’ın, sağında solunda PKK’dan DEAŞ’a terör örgütlerinin cirit attığı, kimin kiminle ne tür bir ittifak yaptığının bilinmediği, bizzat Suriye ordusunun kendi halkının bir bölümüne savaş açtığı, kimyasal silahların beş atılıp bir sayıldığı, açlığın perişan ettiği nice bölgenin bulunduğu bir ülkeden bahsediyoruz. Gerçek anlamıyla kıyametin yaşandığı topraklardan hayatta kalma içgüdüsüyle kaçıp gelenlere “vatan haini” demeden önce bunu da bir düşünün lütfen.