Hepimiz Yusuf`uz. Beden kuyusuna düşmüş Yusuflarız. Çıksak yeryüzüne, kurtulacağız. Bize ip lazım, bize bir er kolu lazım. Uzatacak elini ve çekip çıkaracak. Bizi kuyudan kurtaracak birisi lazım. Ama heyhat, o kadar çok Yusuf var ki kuyularda bekleyen…
Gözleri gök kadar derin Genç, Hakîm`in yanına geldiğinde Yusuf aleyhisselam kıssasında bahsi geçen “bela ağızdan çıkan söze bağlıdır” sözünü düşünüyordu. Ama Hakîm`e bunu sormadı. Yüzüne takındığı muzip edayla daha farklı bir şey sordu:
- Yusuf kuyudan nasıl çıkar?
Hakîm bir an gözlüklerinin üstünden Genç`e baktı. Göreceğini gördükten sonra tebessüm ederek başını eğdi:
- Bugün neşen yerinde…
Genç “hamdolsun” dedi.
Hakîm soruyu tekrarladı:
- Evet, Yusuf kuyudan nasıl çıkar?
Gözlerini Genç`e dikti. Sanki nazarları deler geçer gibiydi. Genç, bir an kafasının duvara mıhlandığını hissetti. Bu tam nazardı işte. Bu bakışın, etkileyen, değiştiren, dönüştüren bir tarafı vardı. Genç, buna maruz kaldığında bilirdi ki eşik atlama zamanı gelmiştir. Ama yıllar sonra günlüğüne yazdığı şu soru kafasını hep meşgul edecekti: “Eşik atlama zamanı geldiği için mi nazara muhatap olurum, yoksa nazar aldığım için mi eşik atlarım?”
Hakîm bakmaya devam ediyordu. Neden sonra kestirip atar gibi cevapladı soruyu:
- Nasıl düştüyse öyle…
Genç şaşırmadı. Kendince ilginç bir soru sormuştu. Alacağı cevap da ondan daha az ilginç olmayacaktı herhalde. Kimle aşık atıyordu ki? Ama kendisi de hazırlıklıydı:
- Yani kendi iradesi olmaksızın düştüğü yerden yine başkaları tarafından çıkarılacaktır. Bunu mu anlamalıyım?
Hakîm bu manevrayı da savuşturdu:
- Bunu mu anlamayı murat etmiştin?
Genç bir an durdu, cephanesi tükenmiş gibiydi. Hafifçe kekeledi:
- Doğrusu bu, bu değildi aradığım.
Hakîm ayağa kalktı:
- Dur aradığını ben söyleyeyim sana.
Kalkarken Genç`in tepkisini anlamak ister gibi gözlerini açmıştı. Genç biraz da acele ile bu meselede neyi öğrenmek istediğini söyleyiverdi, çünkü ifşa olmak istemiyordu:
- Aslında aradığım şu: Yusuf neden böyle bir imtihana maruz kaldı ki?
- Yusuf isen imtihana hazır olacaksın.
- Yusuf değilsem…
- Herkes biraz Yusuf`tur.
- Etrafımızdaki herkes biraz kardeşlerimiz, bizi kıskanan kardeşler, öyle mi? Bize titreyen bir Yakup var o halde, peki kuyu ne, Mısır ne o zaman?
Hakîm gözlerinde yoğunlaşan pırıltıyı bir an Genç`e boca etmek istercesine baktı. Ama bir an… Sadece bir an… Onun bu pırıltı ile “gayr” sulara yelken açmasına gönlü razı olmadı. O yüzden yavaşça gözlerini indirdi.
Genç, bu arada Yusuf`un kıssada merkez karakter oluşunu düşünüyordu. Yusuf kıssasında her şey Yusuf`un etrafında dönüyor, bu ise herkesin sadece Yusuf`la özdeşleşmesi sonucunu doğuruyordu.
“Herkes Yusuf mu? Herkes Yusuf ise kardeşler kim?”
Cevap bu olabilir miydi: “Herkes biraz Yusuf`tur.”
Herkes biraz Yusuf muydu gerçekten? Bir Allah dostunun kitabında kalbimizin Yusuf, ruhumuzun Yakup, kıskanç kardeşlerin ise bize verilen bir takım karakter özelliklerimiz olduğunu okumuştu. Böyle bakılsa herkes Yusuf olabilirdi ama zahir batınla, batın zahirle ne kadar ilişkiliydi, bunu çözemiyordu. Ama o kitaptan şunu da öğrenmişti ki Kur`an-ı Kerim`de kıssaların en güzeli diye anlatılan Yusuf Suresi`nde bu konulara ilişkin hemen her sorunun cevabı ve manevi yola ait inceliklerin birçoğu mevcuttu.
Hakîm, başını kaldırıp Genç`e baktı:
- Kuyudan mı başlayalım, Mısır`dan mı?
Genç cevabı beklemeden atladı:
- Kuyuya düşmeden Mısır`a sultan olunmaz, değil mi?
Hakîm gülümsedi ama nezaketen:
- Ha kuyu ha Mısır… Fark yok. Birinden kurtuldun mu diğerinden kurtulamazsın. Aynıdırlar ama birine düşersin, birine yükselirsin. Dışarıdan böyle görünür. Hakikatte düştüğün yer yükseldiğin, yükseldiğin yer düştüğün yerdir. Kuyu, Mısır`ı, Mısır ise kuyuyu saklar içinde. Bu çok önemli değil. Önemli olan…
Başını kaldırıp Genç`e baktı. Önemli bir şey söyleyeceği zaman böyle yapardı. Sözünü keser ve “dikkat et” dercesine gözlerini gözlerine dikerdi. Genç çok sonraları Hakîm`in bunu iradi yapıp yapmadığını bilemediğini söyleyecekti. Çünkü dikkat çekilen değildi esas verilecek olan. Çok zaman dikkat çekilen, verileni perdelemek için kullanılırdı.
Hakîm gözlerini indirirken tane tane konuşmaya başlamıştı:
- Her insan biraz Yusuf`tur. Hepimiz Yusuf`uz. Beden kuyusuna düşmüş Yusuflarız. Çıksak yeryüzüne, kurtulacağız. Bize ip lazım, bize bir er kolu lazım. Uzatacak elini ve çekip çıkaracak. Bizi kuyudan kurtaracak birisi lazım. Ama heyhat, o kadar çok Yusuf var ki kuyularda bekleyen… Her yer Yusuf dolu, her yer kuyularla dolu… Hangi kuyuya baş uzatsan orada bir Yusuf var…
Sözlerinde biraz acı vardı, biraz hüzün, biraz da acziyet… Sanki yetmek isteyip de yetemiyordu da bunun farkında oluşu ona acı veriyordu. Genç`in zihninde akıp gideni okur gibi baktı bir an. “Hadi konuş, bir şey söyle…” der gibi…
Genç, konuşamadı. Ne diyecekti ki? Gözlerini sıkıntıyla yere indirdi. “Yok diyeceğim bir şey…” der gibi…
Hakîm`in beklediği de buydu:
- Şimdi şunu sormalısın bana…
Genç merakla başını kaldırdı. Hakîm işaret parmağını sallayarak konuştu:
- Hangi Yusuf kuyudan çıkar? Ya da şöyle: Hangi Yusuf kuyudan çıkmalıdır? Sen çıkmışsan kuyudan hangi Yusuf`a talip olmalısın? Hangi Yusuf layıktır kuyudan çıkmaya, çıkartılmaya, tutup elinden kurtarılmaya? Hangi Yusuf layıktır?
Genç ayağa kalktı, gitmek üzere hazırlığını yaptı, tam çıkacakken, dönüp selam vermek istedi. Hakîm işaret parmağını tekrar kaldırmış, bir şey söylemeye hazırlanmıştı:
- Yolun açık olsun selametle git. Dikkat et; kuyudaysan eğer, kuyu demende beis yok, ama kuyuda değilsen, sözlerini ölç, biç, öyle sarf et… Bilirsin değil mi? Bela ağızdan çıkan söze bağlıdır.
Genç başını sallayarak tasdik etti. Eve doğru yürürken, kafasında o soru vardı: “Hangi Yusuf kuyudan çıkmalıdır?”
O gün günlüğüne şu notu düştü:
“Kuyularda çok Yusuf var. Peki, hangi Yusuf`u kurtarmalıyız? Tabii ki kurtarılmayı bekleyeni. Kuyuda olduğunu fark edip, `birisi gelse de beni çıkarsa` diye ümidini imdat çığlığı gibi dört bir tarafa seferber edeni… Ya diğerleri? Kuyuda olduğunu fark etmeyenin, kurtulmak diye bir derdi de olmaz. Kurtulmak istemeyen için kuyu yoktur. Kurtulmak isteyen için ise Mısır sultanlığı bile kuyudur.”