
Sunum
İs. Sunma işi, sunulan şey.
Bu ifade daha önce kullanıldı mı bilmiyorum ama “sunum değeri” diye bir şey var artık. Aldığınız ürünlerin ihtiyaç ile alakalı olması gerekmiyor. Markette bir ürünü evirip çeviriyor ve şu soruyu soruyorsunuz; bu objenin sunum değeri var mı? Kitabın yanında, masanın üzerinde, duvarda, mutfakta, fotoğraf veya video çekerken işime yarar mı? Bu; eşyanın kullanımından bağımsız bir tüketim şeklidir. Okumak için değil fotoğraflarda görsel bir bütünlük sağlasın diye kitap alan insanlar var. Sürekli kıyafet alıp sadece çekim için kullananlar var. Çok fazla izlenen ve takip edilen bu insanlar sosyal medya hesaplarına sürekli sunum değeri olan nesne taşımak zorunda kalıyorlar. Böylece başka bir döngü oluşuyor. Pazarlamacısı, reklamcısı olmayan; sadece tüketiciler üzerinden para kazanan şirketler oluşuyor. Dışarıdan bir sömürü yok artık. İnsan kendi kendisini sömüren bir varlığa dönüşüyor böylece. Yakında eşler içinde aynı soru sorulacak sanırım. Oğlunuz ne iş yapıyor yerine, damat beyin sunum değeri var mı? Bir kafede, sahilde ya da beş yıldızlı otelde ortama uygun görsel bütünlük sağlayacak nitelikte mi?
Kütüphane
İs. Arapça kitaplar anlamına gelen kütüp ile farsça ev anlamına gelen hane kelimesinin birleşmesi ile oluşmuştur. Türkçeleştirmek için kitaplık kelimesi kullanılmaya çalışılsa da anlam zenginliğini karşılamadığı için yaygınlaşmamıştır.
Borges “Ben cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak düşlemişimdir” der. Kitap aşığı bir insan için dünyada yaptığı iyiliklerin en güzel karşılığının kitap olacağını düşünmesi normaldir belki de. Lakin ben ne zaman cenneti Borges gibi bir kütüphane olarak düşünmeye çalışsam kitapları tutuşturacak bir alev kımıldıyor cebimde, oturduğum sandalye gıcırdayıp duruyor, kendimi yaka paça dışarıya atıyorum. Ben şahsen bana rağmen bir cennet isterdim, cehenneme çevirmeye gücüm yetmesin :)
Gıpta
İs. İçinde kıskançlık olmaksızın başkasında olana imrenme.
Sıklıkla gittiğim bir kitapçı vardı. Seçtiğim kitapları incelerken yan masadaki iki kızın sohbetine istemeden kulak misafiri oldum. Diyalogdaki harbi, aynen, yuh, süper gibi kelimeleri ayıklayarak buraya aktarıyorum:
“Senin gibi olmak isterdim, ciddiyim.”
“Aaa neden?”
“Sen benim gibi her şeye atılmıyorsun, durup düşünüyorsun, rezil olmuyorsun hiç.”
“Aslına bakarsan ben de senin gibi olmak isterdim. Kendini hiç kasmıyorsun. Ne diyeceksen söylüyorsun hemen.”
“Ama ben hata yapıp durduğum için sürekli üzülüyorum.”
“Ne fark eder, ben de hata yaparım korkusu ile sürekli üzülüyorum.”
Tam da Mehmet Lütfi Arslan ağabeyin şu satırlarını o gün okumuştum; “Kimseyi kıskanma, çünkü bu taksime razı olmamaktır. Sahip olduğunun en güzel pay olduğunu bil.” Kızlar arasında bir kıskançlık yoktu. Birbirlerine gıpta ediyorlardı. Anladım ki; gıptada da taksime razı olmamak yok, sadece sahip olduğumuz payın güzel olup olmadığını birbirimiz üzerinde sınamak var.
İbnü’l Vakt
İs. Vaktin çocuğu, bir vakitte yapılması en uygun olan işi gerçekleştiren.
Hız çağındayız. Bize hız gibi görünen şeyin sürekli yeniden başlama hali olduğunu söyleyen filozoflar var. Sürekli tıklanan videolar, sürekli keşif, sürekli yeni bir mekanda hazır bulunmak, yeni kıyafet almak, yeni teknolojik cihazları deneyimlemek. Bitmek bilmez bir başlama arzusu. Bu sürekli başlamaların arasında ölüm kapıyı çalınca da “zamansız ölüm” ifadesini kullanıyoruz. Oysa insan doğduğu andan itibaren zaman aleyhine işlemeye başlıyor. Sadece ibnü’l vakt olabilen insan, zaman ile ömrünü yan yana getirebiliyor. Aslında yeniden durup düşünmek lazım, zamanı düz bir akış olarak mı kabul edeceğiz, başlangıç ve sonuçlarla ilerleyen halkalar şeklinde mi? Hız çağının getirdiği başlamalar bir bitirme noktası ile buluşmadığı için belki de dağıtıyor zamanı. Oysa Ramazan ayı, Cuma günü, gün içerisindeki namaz vakitleri bir çeşit başlama ve bitirme halkalarıdır. “Ölüm bir bitme biçimidir” diyor düşünürler. Oysa ölüm bir başlama biçimidir de. Belki de kapanmayacak olan o en son halka…
Bilmek
Nsz. Bir şeyi anlamış ya da öğrenmiş bulunmak.
Son romanım “İç Bir Şey” ile ilgili çok espri yapılıyor. Bunlardan biri, “Yazar Trakyalı mı?” esprisi. Diğeri de “Yazar dişli değil, içli” esprisi. Ne Trakyalıyım ne de iflah olmaz bir içliyim :) Sadece içimize güveniyorum. “İçimiz” hep bilir çünkü. Aklımız sonradan bilir. Vicdanımız temiz kaldıkça bilir. Kalbimiz bazen bilmez. Mizacımız hiç bilmez. Nefsimiz çoğu zaman bilmezden gelir. Ama “içimiz” hep bilir. Çünkü için bilmesi bizim ile ilgili bir şey değil.
Aralık
İs. Ara, ara geçit, uygun elverişli durum, fırsat.
Yol, her zaman aşılması gereken bir engel gibi görünür gözümüze. Oysa yol bir terbiye edicidir. Yol, insanın menzile varana kadar kendisi ile baş başa olmasıdır. Eski Osmanlı evlerinde hayat dediğimiz yaşam alanları vardı. Dış kapı çaldığı zaman evin hanımı ev ile bahçe kapısı arasındaki mesafeyi aşarken gömleğinin sıvanmış kollarını indirir, örtüsünü düzeltir, kendisine çeki düzen vererek o dış kapıya varırdı. Güney Koreli meşhur felsefeci Byung-Chul Han ise “Yol bir aralıktır” diyor. “Hac yolu, ulaşılacak hedef açısından kurucudur. Hedefe götüren yol bu bağlamda anlam yüklüdür. Yürümek, nedamet getirmek, şifa bulmak ve minnettarlık anlamına gelir. Bir duadır. Hac yolu salt bir geçit değil, bir Orada’ya geçiştir. Zaman bakımından hacı, kurtuluş getirmesi beklenen geleceğe giden yoldadır. Bu bakımdan turist değildir.”
Sadaka
İs. İhtiyacı olana yardım amacıyla verilen.
Milan Kundera Ölümsüzlük romanında, kahramanın dilencilere karşı eli açık olmasını şu şekilde ifade ediyor: “Dilencilere gösterdiği eli açıklıkta olumsuz bir fon vardı. Agnes onlara insan türünün bir parçası oldukları için değil, o türe yabancı oldukları için, dışlanmış ve olasılıkla tıpkı kendisi gibi insanlardan kopmuş oldukları için sadaka veriyordu.” Aslında dilenciye verilen sadaka onlarla ilişkiyi bitirmek ve yoluna devam etmek için verilen bir ücret gibidir. Bir çeşit dilenciyle kurulan bağı koparma arzusu. Mümin ise sadaka verdikten sonra dilenciden sonra bir kişiyle daha bağı koparmak zorundadır. Kendisiyle. Kendi vermesi ile alakalı olan bağı da koparıp, verdiğini unutmak zorundadır.