
Turgay Bakırtaş
Neden kendimizi “olduğu gibi” ifade etmekten çekiniyoruz? Sebep çok: Siyasi baskı, sosyal çevre baskısı, sınıf baskısı, gelenek baskısı… Bir konuda muhalif bir fikir beyan etmek, bir düşünceye ya da uygulamaya itiraz etmek, genelin beğenmediği bir şeyi beğenmek veya beğendiği bir şeyi beğenmemek çoğu zaman kimliğe, sınıfa, inanca aykırılık sayılıyor, isyan muamelesi görüyor.
Vedat Milor’u çok seviyorum. Köklü bir aile geçmişi, olağanüstü eğitim kariyeri ve sıkı bir iş ahlakıyla birlikte samimiyete, mütevazılığa sahip. Aslında iktisatçı-sosyolog olmasına rağmen hayatımıza gurme olarak girdi. Alanında Türkiye’nin en önemli ismi bugün. Yalnızca işine odaklanan, onu mükemmel hale getirmeye çalışan, işiyle elde ettiği popülariteyi başka niyetlerle kullanmayan insanların uyandırdığı saygıyı fazlasıyla hak ediyor.
Yazılarını ve televizyon programlarını keyifle takip ettiğim Milor, bir süre önce Twitter ve Instagram’ı da etkin biçimde kullanmaya başladı. Başlangıçta sosyal medyanın can sıkıcı yönleriyle yüzleşen Milor, zamanla “oyunun kurallarını” öğrendi; arada bir kendisiyle bile dalga geçti. O kalibredeki insanlara yakışmayacak noktalara sürüklendiğini görmedim; saldırganlıkla veya cehaletle karşılaşıp sinirlendiği kimi örnekleri saymazsak zarafetini hep korudu.
Ne var ki kolay bir iş değil bu. Ne kadar nazik olursan o kadar tepene çöken, istediğini söyleme hakkına sahip olduğunu zanneden sayısız insan cirit atıyor bu mecralarda. Herhangi bir şöhreti olmayanların bile kaçamadığı bu saldırganlıktan en fazla nasiplenenlerin Vedat Milor gibiler olması çok doğal.
Sincaplar ve Aleyna Tilki
Milor bir süre önce şunları yazdı Twitter’da:
“Instagram’da şirin sincap videolarını takip etmek için yan hesap açtığım doğru. O yüzden gerçek hesapları ile yazamadıklarını yan hesaplarıyla yazanların kötü niyetli olup olmadıklarını daha iyi anlıyorum artık. Her beğeniden sonra ‘Hayırdır? Şimdi de sincapları mı yemeye başlayacaksın?’, ‘Abi sincap tava için iyi bir tarifin var mı?’ diyenler oluyordu.”
İngilizcede “guilty pleasure” diye bir kalıp var, Türkçe karşılığı yok; serbest bir çeviriyle “utanılan memnuniyet” diyorum ben. Çok da matah olmayan bir şeyi sevmeyi ve bunu gizlemeyi ifade ediyor (Klasik batı müziği tutkunu kırk yaşında birinin gizlice Aleyna Tilki dinlemesi mesela). Milor’un ki öyle bir şey değil. Adam sincapları çok sevdiğini, sincap videolarını severek izlediğini söylüyor zaten. Ancak bundan dolayı cahilce yorumlarla muhatap olduğu için benzer durumlarla karşılaşmamak adına kendini gizlediği bir hesap açmış. Bu deneyimini de “onları daha iyi anlıyorum artık” diye özetlemiş.
Milor’un anladığından anladığım şu: İnsan, kamusal alanda kimliği bilinmeden dolaşırken aslında var olmayan sahte bir özgüvene kavuşuyor. Sahte diyorum, çünkü deşifre olunduğunda çoğu zaman inkâr yoluna gidiliyor ki artık bir espriye dönüşen “kuzenim yazmış” tabiri bu yüzden doğdu.
Fikir Siyah Zikir Beyaz
Bir insanın neden kendini gizli bir kimlikle ifade ettiği sorusuna düz ve genelleyici bir bakış açısıyla ergenlik, eğlenme ihtiyacı, terbiyesizlik vs. demek mümkün. Bunun doğru olduğu örnek de epey fazla fakat mesele bu kadar basite indirgenmemeli. Toplumun önemli bir bölümünün düşündüğünü ifade etmekten çekindiğini unutmayalım. Başka alanlarda benzerlik ve farklılıklarımız tartışılabilir ancak kendini ifade etme noktasında batı toplumlarının çok uzağında olduğumuz kesin.
Peki neden kendimizi “olduğu gibi” ifade etmekten çekiniyoruz? Sebep çok: Siyasi baskı, sosyal çevre baskısı, sınıf baskısı, gelenek baskısı… Bir konuda muhalif bir fikir beyan etmek, bir düşünceye ya da uygulamaya itiraz etmek, genelin beğenmediği bir şeyi beğenmek veya beğendiği bir şeyi beğenmemek çoğu zaman kimliğe, sınıfa, inanca aykırılık sayılıyor, isyan muamelesi görüyor.
Örneğin bir siyasi partinin neferi olarak partinizin bir kararına eleştiri getirdiğinizde “davaya ihanet”ten tuttun “içimizdeki ajanlar”a kadar bir dolu saldırıya hazırlıklı olmalı; işinizi kaybetmeyi ve itibar suikastına uğramayı göze almalısınız. Farklı sosyal sınıftan birinin ölümü hakkında içinde bulunduğunuz sınıfın o kişi hakkındaki görüşüne aykırı bir söz etmek “karşı mahalleye yalakalık yapmak” etiketini saniyesinde alnınıza yapıştırır. Üstelik bu tavrın sağı solu, eğitimlisi eğitimsizi, gelenekseli moderni yok; feministler ya da veganlar gibi demokratik bilinci daha fazla özümsediği iddiasındaki bir hareketin üyesi de olsanız “çıkıntılık” yaptığınız an tokadı yersiniz. Sel Yayıncılık’ta kopan fırtınayı hatırlayın. Önce bir cinsel taciz vakasıyla, ardından bandrol sahtekarlığıyla gündeme gelen yayınevi hakkında “kendi mahallesinden” cılız birkaç söz dışında eleştiri çıkmadı, çıkamadı.
İletişim araçları bu kadar çoğalırken iletişim biçiminin böylesine tekdüzeleşmesi hayret verici. İnsanları maske arkasında saklanarak konuşmaya iten asıl etken de bu sanırım; çünkü biçim ve söylem çeşitliliği ancak böyle sağlanabiliyor. Bundan “gizli kimlikle konuşanların daha doğru düşüncelere sahip olduğu” anlamı çıkarılmasın. Elbette daha doğru ya da daha yanlış değil ama bir süreliğine daha gerçek, daha sahici olduğu muhakkak. Facebook’ta amcam görür sıkıntı çıkar, Twitter’da hocam görür ortalık yanar, Instagram’da karım görür eve sokmaz düşüncesiyle neleri yazmadığını (yahut onların hoşuna gidecek şekilde yazdığını) düşün.
O Maske Bir Gün Düşecek
Gelgelelim maskeyle yazmanın tehlikeli ve kaçınılmaz bir yanı var. Sözünün sorumluluğunu yüklenmeyen kişi, bir süre sonra bu konforun kölesine dönüşüyor. Kamuoyunda her dem mevcut olan merak duygusunun da harladığı popülerlik, ikinci kimliği öyle cazip hale getiriyor ki kişi bir süre sonra öz kimliğini adi bir paçavra gibi görmeye, “gerçek” kendisinden uzaklaşmaya başlıyor. Doğası gereği uzun soluklu olmayan maskelerin düşüşüyle birlikte çift taraflı yıkım geliyor; bir hazineyi kaybetme duygusuyla içsel, kamuoyunun “bu muymuş ya” merkezli küçümseme seanslarıyla dışsal bir yıkım.
Bir tarafta hayatımızı kısıtlayan baskılar, öbür tarafta kişiliğimize zarar verecek iletişim tercihleri varken yapılması gereken ne peki? Susalım mı? Aslında evet, susmak çoğu zaman insan için en hayırlı davranıştır. “Eylem” ile küçük şeyleri değiştirme imkânı olanın “söz” ile büyük şeyleri değiştirmeye çabalamasına (eğer kalabalıkları kolayca ayağa kaldıracak kadar etkili bir hatip değilseniz) gerek yok.
Öte yandan, dilin sonsuz imkânlarını kullanma konusunda aşırı tembel oluşumuz da bir sorun. Bir siyasetçinin adını bile anmadan, bir ideolojinin temel ilkelerinden hiç bahsetmeden, bir topluluğun belirleyici detaylarını yazmadan da onları eleştirebilir, hatta yerden yere vurabilirsiniz. Edebiyat, sinema, müzik tarihi bunun sayısız örneğiyle dolu. Üstelik bu örnekler türünün klasikleri kabul ediliyor bugün. Daha ilkokulda öğrenmiştik hatırlayın: “Şair burada güneş derken aslında sevgiliyi kastediyor.”
Biz, dövüşmeye geç kalmış bir milletiz. Söylenmişiz, trip atmışız, sövmüşüz, dedikodu yapmışız, taş fırlatmışız ama er meydanına çıkıp dövüşmemişiz; biriken enerjimizi hep dışarıya karşı kullanmışız. Bu yüzden gerginiz bu kadar, bu yüzden ortalık kibrit çaksan alev alacak gibi ve bu yüzden maskelere, gizli hesaplara, ikinci kimliklere bu kadar muhtacız. Kuralına göre, çirkeflik yapmadan, mertçe dövüşmeyi başardığımızda maskelere ihtiyacımız kalmayacak. Ve emin olun şimdi yediğimiz kadar dayak yemeyeceğiz.