
Rabia Brodbeck
Müslüman şehadetin ve bekâ aleminin peşindedir, dünya hayatının peşinde değil. Aşkın en büyük hâli ölüme olan aşktır. Hayatınız boyunca O’nunlaysanız, O da ölümünüzde sizinledir. Hayatınız boyunca O’nu severseniz, O da sizi ölüm anınızda sever. Bir aşık demiş ki; “Allah’ın adını anmak hayattaki ölümdür ve ölümdeki hayat da olacaktır.” Fahreddîn Efendi Hazretleri ise; “Ölmeyi bilmeyenin yaşamaya hakkı yoktur.” buyurmuştur.
Eğer kendimizi dünyaya kaptırmazsak ve kalbimizdeki putları kırarsak, Hz. Hamza ve Hz. Hüseyin’den öyle bir istifade ederiz ki, hayatımız nur ve merhametle dolar.
Şehitlerin varlığına ve o makamı tefekkür etmeye en çok ihtiyaç duyduğumuz zamanlardayız. Tevhid dinine inanan bir mümin; hayatın anlamını, değer ve güzelliğini şehitlik makamı olmadan kavrayamaz ve de kazanamaz.
Bu dünyada tehvid nurunu, hayatın kutsallığını, ilahi huzuru geri kazanabilmek için Allah’u Teâlâ bize bir müminin ulaşabileceği en yüce mertebe olan şehitlik makamını ihsan etti. Şehitler insanoğlunun kaybettiği en değerli faziletlere havidir. Aşkın hakiki tarifi şehadettir, bu tarife göre en güzel kul, en güzel ölümü kazananlar şehitlerdir. Hz. Mevlana; “Şehitlik, mümin için hayattır, münafık için ölüm ve çürüme!” buyurmuştur.
İslam dininde kelime-i şehadet en önemli sözdür. Şahit, şehit, şehadet, müşahede kelimeleri aynı kökten gelir. Müminler kelime-i şehadet getirirken, görmeden iman ederler. Bu nedenle ümmet-i Muhammed’e sonsuz güzellikleri seyretme ihsanı verilmiştir. Allah yolunda canlarını feda etmiş olan mümin, karşılığında Allah’ın ihsanı olarak yaratıcısının Cemâlini müşahede eder. Bu sebeple şehit denir.
Muhabbeti ifade etmenin en üst derecesi insanın kendisini vermesidir. Bu hâle şehitler en yüce örnektir çünkü onlar diğer insanların dünya hayatını güzelleştirebilmek ve huzur bulmaları için kendi hayatlarını yaşamaktan vazgeçmişlerdir. Onlar birer mum gibi, insanları karanlıktan kurtarabilmek için kendilerini eritiyorlar. Böylece ölümsüzlük mertebesini kazanıyorlar.
Rasulullah’a (sav) duyulan sevgiyi hayata tatbik etmek, O’nun sünnetini yaşamak demektir. Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur; “Muhammed’in (sav) Ehl-i Beyt’ine muhabbet üzere ölen, şehittir.” Şehit Allah’ın kölesi ve Allah’ın kuludur. Şehitliğin zıddı ise nefsinin kölesi ve şeytanın kuklası olmaktır. Bütün ömrünü Hakk uğruna yaşamış bir insan şehitlik mertebesine erişebilir. Şehit hayatın sırrını anlayan ve yaşayan en yüce insan sevgisini taşıyandır. Ölümü arzulayan şehit mertebesine erişebilir. Şehit can verir ve Allah tarafından canı bağışlanır. Şehitlik, bütünün bir parçası olma iştiyakıdır. Kafir; ölümden korkar, hakikatten kaçar, cesedinden evvel ruhu ölür. Şehit; ölümü özler, hakikatin peşine düşer, cesedi ölür ve ruhunu diriltir. Hz. Yunus Emre’nin buyurduğu gibi “Ölürse ten ölür, canlar ölesi değil.”
Şehitlerin nuru sayesinde insanoğlu mahvolmaktan kurtulmaktadır. Onlar canlarını feda ettiklerinden, hayatımızda güzellikler, huzur, uyum, merhamet ve zenginlikler ortaya çıkar. Muhammed Fehmi Abdülvehhâb bu konuda şöyle buyurmuştur; “Dünyayı yaşanılır hâle getirecek olan şehadet özlemi yüreklerimizde kök salmadıkça ve biz Müslümanlar ahiret yurdunu, dünya yurduna tercih etmedikçe ne kendimiz ne de insanlık adına bir fayda sağlayabiliriz.” “Müminleri cihana hâkim hale getirecek olan ruhi inkılabın özünde şehit olma arzusu yatar. Bu arzu sebebiyledir ki yüce sahabeler tarihin karanlıklarını aydınlatmış, yeryüzüne adaletin sancağını dikmişlerdir.”
Şehitlik hakkında Nurettin Topçu şöyle der; “Maddenin zaferi zülümdür. Ruhun zaferi fedakarlık, af, sabır, sevgi ve sonsuz tahammüldür. Bu zaferin son mertebesi, bütün bu kuvvetleri kendinde toplayan şehitlik mertebesidir. Ruh, kendine has olan bütün kuvvetleri kullanarak, gayesine doğru ilerledikten sonra, yükselebildiği zirvede maddeye bağlı şartlarının hepsini birden reddederek külli ruhtan başka bir şey olmayan kaynağına teslim ediyor. İşte bu şehitliktir. Böylelikle o insan iradesinin Allah’a götüren hamlesiyle ulaşabileceği en yukarı zirveye işaret demektir. Şehit, yaşayanların iradesinin kaynağıdır.”
Müslüman şehadetin ve bekâ aleminin peşindedir, dünya hayatının peşinde değil. Aşkın en büyük hâli ölüme olan aşktır. Hayatınız boyunca O’nunlaysanız, O da ölümünüzde sizinledir. Hayatınız boyunca O’nu severseniz, O da sizi ölüm anınızda sever. Bir aşık demiş ki; “Allah’ın adını anmak hayattaki ölümdür ve ölümdeki hayat da olacaktır.” Fahreddîn Efendi Hazretleri ise; “Ölmeyi bilmeyenin yaşamaya hakkı yoktur.” buyurmuştur.
Hz. Hüseyin yüreğindeki kudretiyle dünya tarihini değiştirebileceğini gösterdi, zira 10 Muharrem de Hüseyin (ra) kendi başını koyup ve gönlünü vermişti. Kalbindeki o direnç gücü şehadetiyle beraber nur doğdu, mânâ doğdu ve bütün evrene, zamanlar ve insanlar aydınlandı ve insanların hayatı; anlam, değer ve sevgi kazandı. Mânâ insan varlığında hayat buldu. Ümmet-i Muhammed kalplerinde Nur-u Muhammedi’yi ve sevda Muhammedi’nin var olmasına sebep oldu.
İnsanoğlunun tarihi, hükümdarlar, krallar, liderler, politikacılar, bilim adamları, ekonomistler ve bankerler tarafından yazılır diye düşünürüz. Yoksul, zayıf ve burjuva olmayan insanlar değersiz birer hayat sürüyorlar diye düşünürüz. Fakat esasen, dünyayı asıl bu isimleri neredeyse anılmayan insanlar yönetiyor. Eğer dünyanın düzenini etkilemeselerdi, kâinatın dengesi bozulurdu. İlahi adalet; gariplerin, şehitlerin, mültecilerin, yetimlerin, yoksulların varlığını gerekli görür. Eğer şehitler olmasaydı, dünya adalet dengesini yitirirdi.
İslam dininde kuvvetli bir fedakarlık sırrı vardır. Nefsi fedanın zirvesi de Ehl-i Beyt-i Mustafa ve Ashâb-ı ba-safâda tezahür etmiştir. Onlar hep bir ağızdan, cân-ü dilden, “Anam, babam, çocuk, mal, mülk, makam ve canım fedâ Yâ Resûlullah!” demişlerdir. Bu ahlak Dr. Halûk Nurbaki’nin yazdığı satırlarda Hz. Hüseyin Efendimizin duasında tezahür etmiştir; “9 Muharremde, en kanlı devrinde Hz. Hüseyin niyaz halinde; “Kader ekranında ne kadar belâ varsa bana ver. Benden sonra gelecek müminlere belâ verme, onlar tahammül edemezler ama ben yüreğimi bu hususta yola koydum. Bütün belâlarını bana ver. Benden sonra gelecek müminlerin imanları kaybolmasın, muhterem dedeme iman etmekte tereddütleri kalmasın” diyordu. Hz. Hamza’nın Uhud’daki kalbinin yarılmasını, o Hint müşrikesi kadının yorumu sanıyorsunuz. Ama, Hz. Hamza, Fahr-i Kâinat Efendimiz için o kalbin çıkarılıp parçalanmasını istemişti. O kadar seviyordu ki; “Bu kalp senin uğrunda parçalansın, bu kalp parçalanmadıkça sana karşı olan aşkımın sükûnet bulması mümkün değildir.” diyordu.
Mevlana hazretleri muhteşem rubailerinde anlatıyor; “Derde düşmedikçe dermana erişemezsin. Can vermedikçe de canana kavuşamazsın. Halil gibi ateşe atılmadıkça, Hızır gibi ab-ı hayat kaynağına ulaşamazsın.” Ve Mesnevî’de; “Hür olan kişinin şehadetini dinle. Zira nefsine köle olanın şehadeti iki arpa tanesine bile değmez.... Kur’an’da Peygamber’e; “Biz seni şahit olarak gönderdik.” denmiştir. Çünkü o varlıktan hür oğlu hürdür.” buyuruyor.
Alemlere rahmet olan Peygamberimiz Muhammed Mustafa (sav) Kur’an’da beyan edildiği üzere şöyle buyurmaktadır; “Benim ibadetim, yaşamım, ve ölümün Allah için, alemlerin Rabbi içindir.”