
Turgay Bakırtaş
Bazen hayal ediyorum, çap çap tokat atılan et bir anda dile geliyor, kolları bacakları beliriyor ve karşısındaki adamı yakasından tuttuğu gibi “Ne yaptım ben sana pis herif” diyerek duvardan duvara çarpıyor. Pirinç taneleri sopa formunda birleşip kendilerine zulmedenin ense köküne vuruyor, beş vurup bir sayıyor. Limonlar, soslar ve ekmekler el ele verip mutfağın girişine barikat kuruyor, aşmaya çalışanlara düdük makarnalarla ateş ediyorlar!
Levent Kırca, doksanlı yılların başında o zamanlar çok sevilen siyasi mesaj kaygılı didaktik üslubuyla şöyle bir skeç yaptı:
Bir lokantacı, müşterilerine son derece saygılı davranmasına, yemekleri iyi ve çeşidi bol olmasına rağmen sinek avlamakta, komşu lokanta ise müşteriyle dolup taşmaktadır. “Neyi eksik yapıyorum acaba” merakıyla komşusuna giden adam, “Senin işlerin neden bu kadar iyi?” diye sorar. Kırca’nın canlandırdığı lokanta sahibi de “Şimdi beni iyi izle” der ve kasanın arkasından çıkıp masaları dolaşmaya, müşterilerine hakaret etmeye, bazılarını kovmaya, bazılarını da tartaklamaya başlar. “Ben yemeyeceğim, arkadaşımla oturmaya geldim” diyen birine “Söğüt gölgesi mi lan burası, çık dışarı!” der mesela; köfte yemek isteyen bir başkasına “Sen kimsin ki köfte istiyorsun” karşılığını verip epey tartıştıktan sonra garsona dönüp “Verin şuna köftesini de zıkkımlansın!” diye bağırır. Yeterince terör estirdikten sonra da komşusuna döner ve “Bizim milletimiz kötü muameleye o kadar alışmış ki nezaket gösterdiğin zaman kendilerini garip hissediyorlar, alışık oldukları gibi davran” diyerek gülümser.
Levent Kırca’nınki bir öngörü ya da kehanet değildi. Ama yine de gerçekleşti. Bugün, kimisi o skeçteki gibi müşterisine kaba saba davranan, kimisi de işi çirkin şovlara, hatta -sözü esirgemeyelim- “soytarılığa” vuran çok sayıda isim çıkıyor karşımıza.
Her Şey Nusret’le Başladı
Öncesinde de benzer karakterler türemişti ama her şey Nusret’le başladı. Ve ne yazık ki onunla bitmedi. Bitmediği gibi, açılan yoldan koşa koşa gelen yeni “Nusret adayları” çıtayı arşa çıkardılar. “Reklamın iyisi kötüsü olmaz” klişesi, hayatımıza dokunan hemen her şeyin reklam mecrasına dönüşmesiyle birlikte insanlık dışı bir hâl almaya başladı.
Artık pek anlatılmasa da eskiden çok yaygın olan bir fıkra kalıbı vardı. “Bir gün bir Fransız bir İngiliz bir de Türk” diye başlayan, kişi sayısı ve milliyetinin konuya göre değiştiği fıkranın mantığı kabaca şuydu: İlk karakter uçuk, akıl dışı, saçma bir şey yapar ya da söyler, ikinci karakter ilkini gölgede bırakacak biçimde çıtayı yukarı taşır, sıra Türk’e (çoğu kez Temel’e) gelince marjinallik zirveye ulaşırdı. “Dijital çağ” diye adlandırılan günümüzde sadece yemek konusunda değil, hayatın hemen her alanında birbirini geçmek için daha arsız, daha kışkırtıcı, daha “manyak” olmak standartlaştı. Yetmediği gibi hızlandı da. Çünkü ne kadar yüksekten uçarsanız uçun, bunun konuşulması birkaç günden fazla sürmüyor. Benzer işler yaptığınız zaman da “kendini tekrar etme” ya da “başkalarını taklit etme” eleştirisiyle birlikte reyting kaybına uğruyorsunuz. Sistem sürekli kendinizi aşmanızı istiyor. Sonunda öyle bir noktaya geliyorsunuz ki “görünür olayım da nasıl olursam olayım” dürtüsüyle, eroin bağımlılarının “altın vuruş” yapması gibi dibe çakılarak durabiliyorsunuz ancak.
Küçümsüyorum, Öyleyse Varım
İpin ucu 2000’lerde kaçtı aslında. İnternetin “sıradan insanı bile” meşhur edebileceğini keşfeden yığınlar, bir an evvel görünür olmak için amansız bir yarışa girdi. “Troll” türünün ilk örneklerini sözlüklerde (en çok da Ekşi Sözlük’te) gördük. Ahmet Hamdi Tanpınar başlığına eleştiri yazmakla, Metin Erksan filmlerini yorumlamakla, Türkiye’nin endemik bitkileri başlığında okurları bilgilendirmekle şöhrete kavuşamayacağını anlayanlar pratik bir yol buldu: Geniş kitleler tarafından sevilen, kutsal sayılan, takip edilen kişilere, inançlara, ideolojilere olabilecek en sert biçimde -ve çoğunlukla ahlaksızca- saldırmak; ironi parantezine alarak, hafifseyerek, üstten bakarak, ağız eğerek konuşmak.
Bu yol çok tuttu ve çığ gibi büyüdü. Hz. Peygamber’den (s.a.v.) Deniz Gezmiş’e, Atatürk’ten Necip Fazıl’a, Nazım Hikmet’ten Yavuz Sultan Selim’e uzanan bir çeşitlilikte akıl almaz rezillikler sergilendi. Hayatta olan aktif oyuncu, şarkıcı, siyasetçi, akademisyen ve gazeteciler de bu furyadan nasiplendi. Hep “daha dibe” ulaşma arzusu dur durak bilmedi. Böylece İnci Sözlük akımı doğdu. Öyle edebiyatmış, sinemaymış aklını yormayan; sadece insanlara daha rahat küfredebilecekleri, hatta küfretmeyi aralarında bir samimiyet göstergesi saydıkları, televizyon ve radyoların canlı yayınlarını sabote ettikleri platformlar kurdular. Film de burada koptu. Çünkü bütün inekler siyah ve beyazken fark edilemezdin, reklamcıların meşhur tabiriyle “mor inek” olman gerekiyordu. Yani bir toplulukla değil, tek başına anılman; yalnızca kendi çabanla ortada olman şarttı. Oldular da. Ve Twitter’ı, Instagram’ı, YouTube’u keşfettiler.
Mor İnekler Ordusu
Bugün, işte bu “mor inekler ordusu” tarafından kuşatılmış durumdayız. Her yerde önümüze çıkıyorlar ve bizi biz yapan her kültürel değeri tahtakuruları gibi içten içe kemirerek çürütmeye ant içmiş görünüyorlar.
O değerlerden biri de “nimet.” Bu kelimeyi, başta ekmek olmak üzere yiyip içtiğimiz hemen her şey için bir sıfata dönüştürmemiz sebepsiz değil. Müslüman bir toplum olarak, içtiğimiz suyu sadece su, dalından kopardığımız elmayı sadece elma olarak görmedik asla. Bunlar aynı zamanda “Allah’ın insanlara lütfettiği güzellikler ve zenginlikler” bizim için. Sokakta bulduğumuz ekmek parçasını öpüp alnımıza götürdükten sonra yüksek bir yere koymamız, tabağımızda kalan pilav taneleri için annemizden azar işitmemiz bu yüzden. Çünkü nimet, şükür ve saygıyı gerektirir. Böyle öğrendik, böyle inandık ve böyle yaşadık. Sorgulanacak bir yanı yok bu davranışımızın. Gelecekte de olmayacak.
Gelin görün ki “mor inekler” bu kültürü de hiçe sayıyor. Pişireceği etleri tokatlayarak terbiye edenler, bifteği bıçağın ucuna takıp mutfağın bir köşesinden öbür köşesine fırlatanlar, pilavı yanardağdan püsküren lav misali havaya ata ata karıştıranlar, çirkinlik abidesi siyah eldivenler takanlar, kocaman lokmaları zorla ağzına tıkıştıranlar, limonu sıktıktan sonra elinde fare varmış gibi kenara atanlar, müşterisine kaba saba konuşup işi tartaklamaya kadar vardıranlar; sosu, ketçabı, tuzu türlü şebeklikle yemeğin üzerine dökenler, televizyondaki yarışmalarda sırf rakibini kötülemek için nimeti çirkin şeylere benzetenler, en güzel yemeği yaptığına iman ederek tanrı kompleksine kapılanlar, aklını yitirdiği reyting yolunun sonunda beslediği papağanı boğazlayanlar diye uzayıp gidiyor liste. Hangi hoşafın hangi tasta ve ne şekilde içileceğinin bile kurallara bağlandığı zengin bir sofra kültürüne sahip milletin düştüğü duruma bakın.
Dünyanın Tüm Limonları, Birleşin!
Halk arasında sıkça kullandığımız bir deyim var: “Öyle yapma Allah’ın gücüne gider.” Bazen hayal ediyorum, çap çap tokat atılan et bir anda dile geliyor, kolları bacakları beliriyor ve karşısındaki adamı yakasından tuttuğu gibi “Ne yaptım ben sana pis herif” diyerek duvardan duvara çarpıyor. Pirinç taneleri sopa formunda birleşip kendilerine zulmedenin ense köküne vuruyor, beş vurup bir sayıyor. Limonlar, soslar ve ekmekler el ele verip mutfağın girişine barikat kuruyor, aşmaya çalışanlara düdük makarnalarla ateş ediyorlar!
İşi hayale bırakmamak lazım tabii. Tüm bu şebeklikler, birileri hoşlandığı için, insanlardan karşılık bulduğu için var. Belki o karşılık yok edilemez ama tepkiyle, uyarıyla, anlatarak oluşturulacak ikinci bir cephe bu tipleri ve türevlerini hiç değilse bir noktada durmaya, sakinleşmeye zorlayabilir. “Kötü” ne kadar pervasızsa “iyi” o derece kararlı olmalı. Bu ya böyle yapılacak, ya da oturup bir başka delinin bir başka papağanı boğazlamasını izleyeceğiz.