
Doç. Dr. Soner Duman
Sorunun ortaya konulması:
İnsanlar dünyada eşit şartlarda yaratılmamışlardır. İnsanların kendi seçimlerinin söz konusu olmadığı durumlar arasında yaşam süreleri, bedenen sağlam veya engelli olmaları, aileleri, doğdukları zaman ve mekân, ırk gibi hususlar yer almaktadır. Kimisi doğarken ölüyor, kimisi yüz yaşından fazla yaşıyor. Kimisi sağlam bir bedene sahip kimisi doğuştan engelli veya sonradan sakat kalıyor. Kimisi Müslüman bir ülkede, İslamî açıdan şuurlu bir ailede doğarken kimisi gayr-i müslim bir ülkede doğuyor. Müslüman bir ülkede doğsa bile İslam’a karşı mesafeli ve hatta düşman bir ailede o şekilde eğitim alarak yetiştiriliyor. Dünyada insanların yaptıkları imtihanlarda herkese eşit sorular soruluyor. Oysa Allah’ın yaptığı imtihan bu şekilde olmuyor, bunun hikmeti nedir?
Bu soruya Kur’an’ı Kerim penceresinden aşama aşama cevap verelim.
Bize, imtihanın bütün boyutlarına ilişkin bilgi verilmiş değildir:
Yüce Rabbimiz bize bu dünya imtihanının hikmetlerini bütün boyutlarıyla açıklamamıştır. Bizler, Rabbimizin bize açıklama yaptığı konularda bilgi sahibi olabiliriz ama O’nun bize sebebini, hikmetini açıklamadığı konularda kesin ve net bilgi sahibi olamayız.
Bu söylediğimizi Kur’an kıssaları üzerinden üç örnekle izah etmeye çalışalım:
Allah Teâlâ, yeryüzünde insanı halife olarak tayin edeceğini açıkladığında melekler kendisine şöyle demişlerdi:
“Hatırla ki Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, dedi. Onlar: Bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun? dediler. Allah da onlara: Sizin bilemeyeceğinizi elbette ben bilirim, dedi.” (Bakara, 30)
Burada dikkati çeken nokta şu: Melekler, ilk bakışta kendilerine ters ve anlaşılmaz gelen bir hususun gerekçesini sormuş, Allah ise onlara bu konuda herhangi bir açıklama yapmak yerine “Ben sizin bilmediklerinizi biliyorum” diyerek insanı halife kılmasının melekler tarafından bilinemeyecek birtakım hikmetleri olduğunu ifade etmiştir.
Bizim dünya hayatındaki imtihanımızda da durum böyledir. Biz de ilk bakışta bize ters gibi gelen, hikmetini kavrayamadığımız olaylarla karşılaşır ve iç dünyamızda “Bunun hikmeti ne ola ki?” diye sorular sorarız. İşte bu durumda yapmamız gereken şey, meleklerin sonradan dedikleri gibi şöyle demektir:
“Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz, senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi bilen ve her işi hikmetlice yapan ancak Sensin.” (Bakara, 32)
Konuya ilişkin ikinci örneği Hz. Musa ile kendisine Allah tarafından birtakım bilgiler verilen kul (Hızır) arasında yaşanan olaylarda da görmek mümkündür. Hz. Musa, söz konusu şahsın yaptıklarına ilk başta hep itiraz etmiş, bunları yanlış bulmuş ancak bunların nedenleri daha sonra kendisine açıklanınca bunların her birinin hikmetli ve yerli yerince yapıldığını tasdik etmişti. (Kehf, 60-82)
Üçüncü örneğimiz zenginliği ile dillere destan olan Karun ile ilgili. Karun’un hazinesini gören ve dünyaya meyleden kimseler ilk başta “Karun ne kadar da şanslı bir kimse” demekten kendilerini alamamışlardı. Onlar, Karun’a bu hazinelerin verilmiş olmasını imtihana bağlamıyorlar, onun Allah katında üstün bir kimse, şanslı bir şahıs oluşuna bağlıyorlardı. Ancak sonradan kibir, inkâr ve şımarıklığı sebebiyle hazineleriyle birlikte yerin dibine batırıldığını görünce önceki düşüncelerinin ne kadar yanlış olduğunu anlamışlardı. Rabbimiz bu düşüncede olan kimselerin durumunu şu ayetinde gözler önüne serer:
“Daha dün onun yerinde olmayı isteyenler: Demek ki, Allah rızkı kullarından dilediğine bol veriyor, dilediğine de az. Şayet Allah bize lütufta bulunmuş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Vay! Demek ki inkârcılar iflâh olmazmış! demeye başladılar.” (Kasas, 82)
İmtihan tesadüflere değil Allah’ın ilim, irade, kudret ve hikmetine dayanmaktadır:
Bu dünyada olup biten hiçbir şey Allah’ın bilgisi ve isteği dışında, O’nun güç ve kudreti olmadan gerçekleşmez. Şu halde bize ilk bakışta anlamsız, adaletsiz, saçma gibi gelen olaylar -hâşâ- Allah’ın bilgisizliğinin, istem dışı hareketinin, güçsüzlüğünün ya da beceriksizliğinin bir sonucu değildir. Bunların tümü belirli bir plan dâhilinde olmaktadır.
Yüce Rabbimiz, kendisinin bilgisi dışında bir yaprağın bile düşmeyeceğini şu şekilde belirtir:
“Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır; onları O’ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir; O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.” (En’am, 59)
İnsanlar çoğu zaman yeryüzünde bazı kimselerin “zâlim”, başka bazı insanların “mazlum” konumunda bulunmalarına bir anlam veremez. “Allah varsa ve sonsuz güç, kudret ve merhamet sahibi ise yeryüzünde olan haksızlıklara niçin müdahale etmiyor?” diye düşünürler. Oysa bütün bunlar da bir plan dahilinde işlemektedir. Bu konuda Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Ancak, Allah onları (cezalandırmayı), korkudan gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne erteliyor.” (İbrahim, 42)
Allah (c.c.) sonsuz bilgisiyle, herkesin farklı durumlarda neler yapabileceğini de bilir:
Allah bilfiil herkese aynı imkân, ortam ve şartları sağlamamış olsa da sonsuz ilmi ile her birimizin şu an içinde bulunduğumuz durumda neler yapabileceğimizi bildiği gibi farklı şartlar ve ortamlarda, farklı zaman dilimlerinde yaratılmış olsaydık nasıl bir performans sergileyeceğimizi de bilir. Bir başka deyişle Allah, sonsuz ilmiyle, eğer herkes aynı şartlarda olmuş olsaydı neler yapabileceğini de bilmektedir.
Şu an bedensel yönden engelli olan bir kimsenin engelli olmasaydı ne yapacağını, şu an kâfirlerin bulunduğu coğrafyada dünyaya gelen bir kimsenin Müslümanlar arasında dünyaya gelseydi ne yapacağını bilir. Genç yaşında ölen bir kimsenin uzun süre yaşasaydı ne yapacağını bilir. Müslüman bir ülkede doğan şahsın da farklı bir ortamda doğsaydı ne yapacağını da bilir.
Şu halde pratikte şartlar eşit olmasa da Allah’ın sonsuz ilmi açısından bakıldığında bütün alternatifleriyle birlikte herkesin eşit şartlarda ne yapabileceğinin bilgisi de Allah’ın ilminde mevcuttur.
Rabbimiz Kur’an’da, bazı kimselerin farklı durumlar söz konusu olsaydı nasıl davranacağını bildiğine ilişkin şunları söyler:
“Onların [cehennemliklerin] ateşin karşısında durdurulup “Ah, keşke dünyaya geri gönderilsek de bir daha Rabbimizin ayetlerini yalanlamasak ve inananlardan olsak!” dediklerini bir görsen! Hayır! Daha önce gizlemekte oldukları şeyler (günahlar) kendilerine göründü. Eğer (dünyaya) geri gönderilseler yine kendilerine yasak edilen şeylere döneceklerdir. Zira onlar gerçekten yalancıdırlar.” (el-En’âm, 27-28)
“Eğer yakın bir dünya malı ve kolay bir yolculuk olsaydı (o münafıklar) mutlaka sana uyup peşinden gelirlerdi. Fakat meşakkatli yol onlara uzak geldi.” (et-Tevbe, 42)
“Eğer içinizde (onlar da savaşa) çıksalardı, size bozgunculuktan başka bir katkıları olmazdı ve mutlaka fitne çıkarmak isteyerek aranızda koşarlardı. İçinizde, onlara iyice kulak verecekler de vardır. Allah zalimleri gayet iyi bilir.” (et-Tevbe, 47)
“De ki: Rabbimin rahmet hazinesine eğer siz sahip olsaydınız, harcanır korkusuyla kıstıkça kısardınız.” (el-İsra, 100)
Bütün bu ayetlerde Allah, insanların farklı durumlar söz konusu olduğunda nasıl davranacağını bildiğini açıkça ortaya koymaktadır.
Bizim sevmeyip kötü gördüğümüz şeyler hakkımızda hayırlı, sevip istediğimiz şeyler hakkımızda kötü olabilir.
Dünya imtihanında hastalık, sakatlık, yoksulluk vb. gibi şartlarda imtihan olan kimseleri gören bir takım şahısların bu durumları “kötü” olarak niteleyip imtihan şartlarının eşitsizliğinden ve adaletsizlikten dem vurmaları kısır bir bakış açısının ürünüdür. Bu bakış açısına göre Allah kime sağlık, servet, güzellik vb. özellikler vermişse ona torpil yapmış, kime de bunları vermemişse ona haksızlık yapmıştır. Oysa Allah bu düşüncenin yanlışlığını şu şekilde ortaya koyuyor:
“İnsan var ya, Rabbi kendisini imtihan edip de ikramda bulunduğunda ve bol nimet verdiğinde “Rabbim bana ikram etti” der. Onu imtihan edip rızkını daralttığında ise “Rabbim beni önemsemedi” der. Hayır öyle değil!” (Fecr, 15-17)
Bu ayette Rabbimiz, bol nimet verilen kimsenin Allah katında değerli olduğu için bu nimete kavuşmadığını, kendisine az nimet verilen kimsenin de Allah katında değersiz görülerek cezalandırılmadığını, bütün bunların bir imtihan vesilesi olduğunu belirtmiştir.
Rabbimiz, bizim için neyin iyi neyin kötü olduğunu bizim bilemeyeceğimizi, bu konuda yanılabileceğimizi belirterek şöyle buyurmuştur:
“Bir şeyi sevmediğiniz halde o şey sizin için daha hayırlı olabilir. Bir şeyi sevdiğiniz halde o şey sizin için daha kötü olabilir. (Hakkınızda neyin iyi neyin kötü olduğunu tam olarak) Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara, 216)
Demek ki dünya şartlarında zengin, sağlam, kariyer sahibi bir kimse bu durumu kendisinin üstünlüğünden kaynaklandığını düşünmemeli. Yine fakir, hasta, bedensel engelli olan bir kimse bu durumu kendisi açısından bir “adaletsizlik” ve “kötülük” olarak görmemeli. Allah tarihte ilk bakışta adaletsizlik, haksızlık gibi görünen pek çok durumu kendi elçileri olan peygamberlere de yaşatmıştır. Peygamberler içinde haksız yere öldürülen, iftiraya uğrayarak hapse atılan, ateşe atılan, sürgün edilen, yıllarca hastalık çeken peygamber bulunmaktadır. Rabbimizin kendi elçilerine -hâşâ- kötülük etmesi düşünülemeyeceğine göre bu durum onların Allah katındaki derecelerinin daha da yükselmesi, sabırlarıyla diğer insanlara örnek olması içindir.
İmtihan şartlarımızın farklı olması, imtihanlarımızın da farklı olmasını gerektirir:
İmtihan şartlarımız farklı olduğu halde her insandan aynı şeyler beklenmiş olsaydı o zaman bir haksızlıktan söz etmek mümkün olurdu. Oysa Allah her bir insanı kendi şartları, imkânları içinde imtihan etmektedir.
Her zaman ve zeminin imtihan şartlarının farklı olduğunu Peygamberimize atfedilen şu rivayet de ortaya koymaktadır. Bir gün Allah Resûlü (s.a.v.), kendi çağdaşı olan ashabına hitaben şöyle buyurdu:
“Siz öyle bir zamanda yaşıyorsunuz ki içinizden kim kendisine emredilen şeylerin onda birini terk ederse helak olur. İleride öyle bir zaman gelecek ki o zamanda, kendisine emredilenin onda birini yapan kişi kurtulur.” (Tirmizî, “Fiten”, 79)
İşte bu sebepledir ki kâfirlerin içinde doğup büyümüş bir kimse ile Müslüman ülkede günde beş vakit namazın kılındığı bir çevrede doğup büyüyen bir kimsenin imtihan şartları eşit olmadığı gibi imtihanları da aynı değildir.
Buna göre İslam’dan doğru ve yeterince haberdar olamamış bir kimse Müslüman olmaktan sorumlu olmadığı gibi, Müslümanların yaşadığı bölgelerden uzakta olup ibadetlerden haberi olmayan kimse de bunlardan sorumlu değildir. Buna karşılık Müslüman bir ortamda doğup büyüyen kimse hem doğru bir şekilde iman etmekten hem de İslam’ın bütün amelî hükümlerinden sorumludur.
Bedensel olarak engelli veya sağlığını kaybetmiş olan bir kimse durumuna göre kimi ibadetlerden (oruç, hac) sorumlu değildir. Kimi ibadetlerin yerine getirilmesinde ise durumuna göre özel şartlar geçerlidir. Mesela ayakta duramıyorsa namazını oturarak kılar, oturamıyorsa yatarak kılar. Abdest alması mümkün değilse teyemmüm eder. Kendisi teyemmüm edemiyorsa başkası ona yaptırır.
Malî şartlardaki farklılık yükümlülüklerde de farklılığı gerektirir. Zengin olan bir kimse zekât, fitre, kurban, hac, yakınlarının nafakası gibi malî yükümlülüklerden sorumlu olduğu halde maddî imkânı bulunmayan kimse bu ibadetlerin hiçbiriyle yükümlü olmayıp tersine zekât, fitre ve kurban yardımları ile desteklenmektedir.
Rabbimiz, ailede nafaka yükümlülüğü konusunda şunları söylemiştir:
“İmkânı geniş olan, nafakayı imkânlarına göre versin; rızkı daralmış bulunan da Allah’ın kendisine verdiği kadarından nafaka ödesin. Allah hiç kimseyi verdiği imkândan fazlasıyla yükümlü kılmaz. Allah, bir güçlükten sonra bir kolaylık yaratacaktır.” (Talak, 7)
Bu ayetten, herkesin kendi güç, imkân, kapasitesine göre sorumlu olduğu anlaşılmaktadır. Bir kimsenin bir yükümlülüğü üstlenebilecek kapasitesi yoksa o yükümlülükten hiç sorumlu olmamaktadır.
Allah’ın iradesi başka, rızası başkadır.
Allah imtihan gereği bazı şeylerin olmasına izin vermekte, onları irade etmektedir ama onların olmasına rızası yoktur. Müdahale etmemesi bunları önleyemediğinden ya da önlemek istemediğinden değildir, imtihan gereğidir.
Mesela Allah dileyenin iman etmesine, dileyenin de inkâr etmesine müsaade etmiştir ama inkâra rızası yoktur. Rabbimiz bu gerçeği şu şekilde açıklamıştır:
“Eğer inkâr ederseniz, şüphesiz Allah, size muhtaç değildir. Bununla beraber O, kullarının küfrüne razı olmaz. Eğer şükrederseniz sizden bunu kabul eder. Hiçbir günahkâr diğerinin günahını çekmez. Nihayet hepinizin dönüp gidişi, Rabbinizedir. Yaptıklarınızı O size haber verir. Çünkü O, kalplerde olan her şeyi hakkıyla bilendir.” (Zümer, 7)
İmtihan şartları eşit olsaydı yeryüzünde hayat mümkün olmazdı.
Yeryüzünde herkes aynı şartlarda yaratılmış olsaydı insanların hayatını sürdürmek mümkün olmazdı. Çünkü insanlar toplum halinde yaşayan varlıklardır ve toplumsal hayat işbölümünü zorunlu kılmaktadır. Toplumda kimileri tarım, kimileri hayvancılık, kimileri öğretmenlik, kimileri doktorluk gibi meslekleri icra etmektedir. Herkes aynı zenginliğe sahip olsaydı toplumsal hayatın devamı için zorunlu görülen pek çok meslek, onu yapacak kimseler bulunmadığından yerine getirilemeyecekti. Rabbimiz insanların farklı imkânlara sahip kılınma hikmetlerinden birinin de bu olduğunu şu âyetinde ortaya koymaktadır:
“Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.” (Zuhruf, 32)
Bir başka husus da şudur: Farz edelim ki yeryüzünde imtihana tabi tutulan kimseler her bakımdan eşit tutuldular. O takdirde her birinin yeryüzünde yaşayacağı ömür süresi de eşit olacaktı. O zaman herkes, yeryüzünde ne kadar yaşayacağını daha baştan bilmiş olacaktı. Söz gelimi herkesin 100 yıl yaşadığını düşünelim. Herkes hayata başladığı anda tam 100 yıl sonra öleceğini bilecekti. Şayet böyle bir şey olsaydı bu takdirde bütün insanlık zorunlu olarak Allah’ın varlığı ve birliğine inanırdı. Zira herkes, insanların ömrünü 100 yıl gelince sona erdiren bilinçli bir iradenin varlığını zorunlu olarak anlardı. Üstelik insanlar, “nasıl olsa daha önümde çok uzun yıllar var, ileride tövbe ederim” diyerek gençlik dönemlerini günah ve isyanla geçirebilirdi.
Herkes eşit şartlarda imtihan olsaydı herkes başına neyin geleceğini bilir, o takdirde kaza ve kaderin, duanın, Allah’a sığınmanın, korku ve ümit arasında yaşamanın bir anlamı kalmazdı.
Sonuç:
İmtihan şartlarımız farklı olduğu gibi imtihanlarımız da farklı farklıdır. Kimimiz zenginlikle kimimiz fakirlikle, kimimiz hastalıkla kimimiz sağlıkla, kimimiz sabırla kimimiz şükürle imtihan oluyoruz. Rabbimiz her birimizin mevcut durumda ne yaptığımızı ve yapacağımızı bildiği gibi farklı imkânlara sahip olmuş olsaydık ne yapacağımızı da biliyor. Hiçbir şey O’nun bilgisi, iradesi, kudreti ve hikmetinin dışında değil ve her şeyden önemlisi O sonsuz merhamet sahibi. Yeryüzü imtihanımızda hikmetini kavrayamadığımız durumlara rastladığımızda yapmamız gereken şey Yüce Rabbimizin adalet, hikmet ve rahmetine laf etmek, kusur bulmak değil, meleklerin söylediği şu ifadeleri söylemektir:
“Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz, senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi bilen ve her işi hikmetlice yapan ancak Sensin.” (Bakara, 32)