
Açgözlü Kimmiş?
Tahammül edilemiyor muymuş artık yolun kenarında tek başına duran iki katlı müstakil eve. Sahibi anlaşamamış mı müteahhitle. Niye vermemiş evi, kaç daire istemiş. İnatçı mıymış, açgözlü, paracı? Ya ev sahibi sadece umudu korumak istiyorsa... Seçenek aramıyorsa. Bir şey farklı olsun diye öylece durmak istiyorsa. Anıların sahibi olmak geleceğin sahibi olmaktan daha cazipse. Akıp giden zamanın kendisine iade edilen kısmına kendisini ait hissetmiyorsa. Avludaki o serinliğe, gıcırdayan kapıya, tahta aksamın kokusuna tahammül etmeye sebepleri varsa. O bir ev orada ortada öylece dursa mahalledeki diğer daire fiyatlarını mı düşürürmüş, emlakçıların canı mı sıkılırmış? Niye mahalleli inatçı mıymış, açgözlü, paracı?
Asıl Afet
Afetten sonraydı. Bütün evler aynı inşa edildi. Kapılar pencereler aynıydı. Oda sayıları eşitti. Mazgallar eşit mesafe ile yerleştirilmişti. Dümdüz bir şehir. Dünyanın yuvarlak oluşu işi zorlaştırmıyordu. Evlerin ucu bucağı sonu başı yoktu. Kapılara numara vermek, bahçe ekmek yasaktı. Her taraf kesme taş ile kaplıydı. Taşların boyutları, taş başına düşen harç miktarı aynıydı. Mülksüzlüğü öğretme kampı dediler adına. Kimse mal biriktirmeyecek. Kimse ihtiyaç duymayacak. Kimse öne geçmeyecek ve kimse geride kalmayacak. Afeti gördünüz. Dünya geçici. Cazip geldi herkese yerleştiler evlerine. Sadece yaşlı bir kadın göğsünden çıkardığı fesleğen saksısını koyuverdi duvarın üzerine. Bir saksıdan bir şey olmaz dedi gözetleyen muhafız. Gördü ve unuttu saksıyı. İnsanlar yönlerini bu saksıya göre tayin etmeye başladı. Yönünü bulan durumunu kavradı. Fesleğenden sonraki ikinci ev benim dedi çocuklu kadın. Kabul ettiler. Fesleğene varmadan düşecek gibiyim dedi tansiyonu fırlayan adam. Düğünler fesleğenin dibinde yapıldı, yolcular oradan uğurlandı. Yaşlı kadın ölünce gelen geçen bir tas su döktü saksıya. Evler değil, pencereler değil, ayrılıp kavuşmalar değil fesleğen mülk oldu. Su döken hak iddia etti. Köyün yaşlısı geldi, fesleğene dokunup elini burnuna götürdü ve kadim kitapta miras ayeti olduğu sürece mülksüzlükten söz edemeyiz deyiverdi.
Çiçek Açma Telaşı
Birileri heba edebilir diye ötekilerden de sakındığımız ne çok şey heba oldu. Oysa baharda ilk meyve ağaçları çiçek açar. En telaşlı en aceleci olan onlardır. Muhatabına bir an önce ulaştırmak istediği meyveleri vardır çünkü. Bu telaş yüzünden çoğu kez aldanırlar yalancı bahara. Yine de telaşsız, meyvesiz, ilaçsız, dermansız kuru bir ağaç olmaktansa bir gülüşe çiçek açan, iyinin ardına düşüp doluya tutulan, sevdiğine bir değer sunmak adına yalancı baharlar deviren, yenilgiler yaşasa da muhatabını aramaya devam eden bir meyve ağacı olma çabası insan var olduğu sürece devam edecektir. Sonbahar da ilkbahardan mı bahsediyoruz? İyi de yukarıdaki gibi düşünen insanlar için sonbahar ilkbaharın başlangıcıdır zaten. Kış ise eşiğin az berisi.
Ötekini Kendi İçinde Ötekileştirme
Yalnız yürümeyeceksin platformu diye bir platform var. Örtülü olup da sonradan başını açan hanımlar bir araya geliyor. Bu hanımların anlattığı şeyler haber konusu, röportaj vesilesi oluyor. Bu ötekini kendi içinde ötekileştirme çabasına alışkınız biz zaten ama bir yerden sonra okurken sıkılıyoruz. Mahalle baskısı > otoriter baba yüzünden örtünme > sünepe (!) hayattan kurtulma > bilinçlenme > aydınlanma… Her hikâyenin özeti bu. Yıllardır aynı nehir anlatım biçimi. Biraz postmodern teknik, fantastik unsur katıp çağdaş edebiyat okuyucusuna uygun hale getirin bari şu hikayeleri. Zira bu hikayelerin dinleyicisi bir avuç kaldınız.
Birileri Kendisine Yeni Bir Şölen Sofrası Arıyor...
Darbe girişiminden önce “seküler” hanım yazarların din sosuna bulanmış, ustalıkla İslami argümanlar yerleştirilmiş, ceddimizin özellikleri dekor olarak serpiştirilmiş öykü ve romanlarını damaklarını şaklatarak övenler, mesele memleket olunca o tarafa dönmemişlerdir bile. Din’i, eserin nesnesi haline getiren bu yazarlardan bir sorumluluk üstlenmesini beklemezler. Çünkü onları baştan bir yazar olarak kabullenmişler ve her konuyu esere yedirmelerini edebiyat adına mubah karşılamışlardır. Onlar kendi hikâyelerinin dışına çıkmakta, istedikleri çiçeğe konmakta, istedikleri kovana çomak sokmakta özgürdürler. Yazı dışında bir sorumlulukları yoktur. Onların İslami konulardaki hâkimiyetine, çalıştığı konuda otorite oluşuna alkış tutmak gerekir. Hepsi budur. Olay “yazma” olayıdır. Ve şölen sofrasının başköşesinde yerleri hazırdır. Onlara bu yeri taksim edenlerin, hoşgörünün âlasını gösterenlerin darbeden sonra bugün aynı yazarlardan “sorumluluk” göstermelerini beklemeleri samimi midir tartışılır.
Geçtiğimiz ay Elif Şafak The Guardian gazetesine yazdığı yazıda ülkeme müdahale edin serzenişinde bulundu. Dostoyevski’nin “şölen sofrasının dışında kalan” kahramanlarını görmezden gelenler Elif Şafak’ın bir şölen sofrasından diğerine atlayışını, başköşe kollayışını neden yadırgıyorlar bilmem.
Kitap En Önemli Uzvudur İnsanın
İnsan neyi kaybettiyse, hangi uzvu yok olduysa onun yerine başka bir şey koyar. Boşlukları kapatmaya, pütürlerin üzerini örtmeye, kopan halkanın yerine uygun olanı bulmaya çabalar. Karanlıktan korkanların asıl korktukları şey bilmedikleri bir şeye dokunma, kirlenme ya da yaralanma hissidir. İnsan beyni; karanlığın hissettirdiği boşluğu bilinçaltına atılmış olanlarla doldurmaya meyyaldir çünkü. Karanlığı dolayısı ile boşluğu alt etmek için bilinçli davrananlar ise eksiği tamamlamak yerine var olana uzantı eklemeyi akıl etmiştir. Kaybetmeden önce bulmak, ölmeden önce sorgulamak, düşmeden önce tutunmak gibi. Bu yüzden “kitap” en önemli uzvudur insanın. Var olana eklenmiş, eklenmediğini eksik bırakmıştır.
Öykü ile Hikaye Arasındaki Fark?
Öykü çağı. Kaliteli öyküler yayınlanıyor, öykücüler çoğalıyor, öykü dergileri artıyor. Buna rağmen öykü ile hikaye aynıdır, arasında fark yoktur diyenler azalmıyor. İkisi farklı. Hikaye özetlenebilir, öykü özetlenemez. Hikaye kulağa hitap eder, öykü ise göze. Harflerle oyunlar, metne resim yerleştirme, küçük harf büyük harf tercihleri, fontlarla belirgin kılma… Bakın bu “öykünün göze hitap etme meselesi” önemli. Dediğim gibi öykü okurken göz devrededir. Çağ da göz çağı. Her şey görülmek üzerine. Dolayısı ile göz çağının öykünün çağı olması da doğal.