
Bu şehrin sazı da, sözü de, kahvesi de meşhur. Çerkez’in Kahvesi’nde bakır cezveler iki kere yanaşır kömüre, garson şekerli kahve isteyene küçümseyerek bakar. Acı kahve içmeyen benim gibi yabancısıdır bu meclisin. Ciddi adamlar derin konulara dalar gider. Her mezhepten, her görüşten insanı bir araya toplayan fikirhane kapısıdır bu kahve. Susmak ve dinlemek gerekir.
Zanaatkâr dünyada olmayan cenneti ararken yedi kapı hürmetine yedi kat bezedi girişi. Doğayı örnek aldı eserinde ve sert taş ellerinde şekil alırken ne bir yaprak diğerine benzedi ne de bir kıvrım. Hürrem Şah kuşu, güneşi ve bitkileri sembolleştirip resimsiz bir hikâye yazdı. Şiirdi, aşktı, inançtı bu kapı. Evrende boşluk yoktu ki, Hürrem Şah bıraksın. Sıkı sıkı birbirine yapışmış motiflerin de birbirine dolanan dalların da sebebi Allah’tı. İşte bu yüzden batılı hiçbir zaman İslam sanatını anlayamadı, anlamak da istemedi.
Göçebe Türkler bir çocuğun elinden kayıp düşen misketler gibi yayıldılar dünyaya, kimi yalnız bir gezgin, kimi obasıyla rüzgârı takip eden bir şifacı... Her ne olursa olsun topraklarına döndüklerinde atları yorgun, heybeleri bilgi ve erdem doluydu. Zerdüşt’ün ateşi, Çin’in bilgeliği, Hindistan’ın baharatı, Arap’ın diliyle renklendi Diyar-ı Rum. Gezen, gören hem kendini buldu, hem de kayboldu bu topraklarda.
Karanlık Orta Çağ’da kaybolan Avrupa’nın tersine Divriği’de muhteşem bir cami yükseldi. Taç kapı dantel duvağın arkasına saklanan masum bir geline benzese de caminin içi bu güzel kızın duru teni kadar sadeydi. Ahmet Şah’ın yaptırdığı camiye eşinin darüşşifası yaslandı. Bu külliye, bir melik ve melikenin el ele tutuşması, kadının Selçukludaki gücü, Ahlatlı Hürrem Şah’ın maharetiydi.
Pencerenin önündeki denge sütununun döndüğü, kara sevdanın tedavi gerektirdiği zamanlardı. Darüşşifanın avlusunda çıt çıkmıyor, havuzdaki berrak su şırıldayarak dökülürken neyin sesi kanunla buluşuyordu. Tarihçiler yanılmamıştı. Turan Melik’in yaptırdığı bu eser hem misafirhane hem de şifahaneydi. Pala bıyıklı yağız delikanlı ne suyun sesini ne de hastaların iniltisini duydu. Pazarlık yapan tüccarın, önüne konan yemeğin, okunan ezanın farkına varmadan kolunu parmaklıklardan uzatmış denge sütununu döndürerek sürekli aynı adı sayıklıyordu: Mahperi.
İkindi vakti gelmiş, sabahın ilk ışıklarında darüşşifanın kapısında beliren “Namaz kılan kadın silueti” çoktan kaybolmuş, “Namaz kılan erkek silueti” ise taç kapının süslemeleri arasında görünmek üzereydi. Güneşin sırlarını, yıldızların efsanesini bilen mimar ve ustaların karanlığa gizlediği birer imzaydı bu gölgeler.
Kanuni’nin eklediği minare eskiyip türbedeki mezar taşları tozlanırken çeşmeler akmaz oldu. Ayetlerle süslü abanoz minber sekiz yüz yaşındaydı ve dünya cennet kapısını seyretmeye geldi. Ah o hayat ağacı meyve verseydi ilk koparan ben olurdum. Sadaka taşı boştu, parmağımdaki yüzüğü çıkarıp emanet sandığına koydum. Değil otuz sene, üç gün sonra dönsem bulamayacağımı biliyordum ama yıllar sonra kızımın Divriği’ne gelip bu yüzüğü parmağına takmasını hayal etmek güzeldi.
Şifahanenin dik, taş merdivenlerinden yukarı çıktım. Herkes dışarıdan kapıyı seyrederken ben bir kervan yolcusunun, bir mecnunun gözünden bakmak istedim bu benzersiz yapıya. Duvardaki karalamalar silinirken sakin bir melodi duyuldu. Parmaklıkların arasından elimi uzatıp denge sütununa dokundum. Aklıma bir isim düştü, Mahperi.
İbn-i Battuta’yı Sivas’a çağıran neydi, Aşık Veysel’i söyleten, Timur’u sinirlendiren? Yüz seksen bin askerin adımıyla yer sarsılıp duman aleve, toprak kana, bebeler kefene bürünene kadar kimse böyle bir zulüm ne görmüş ne de duymuştu. O günden sonra komşusuna kızan kadın, hasmının canını yakmak isteyen adam alnındaki damarlar şişip yüzü pancar gibi kızardığında ağzından tükürükler saçarak bağırdı: “Sana öyle bir kötülük edeyim ki, Timur Sivas’a etmemiş ola!”
Ne kadar değişirse değişsin yeni doğan bebeklerin çığlığı, askerlerin hasreti, gezginlerin merakı şehrin içine işlemiş. Şifaiye Medresesi hastasız, Eğri Köprü köşeli, Hükümet Konağı bütün heybetiyle meydana kurulmuş, Kongre Binası’nda Cumhuriyetin izleri, Ulu Cami’nin minaresi yorgun, Şeyh Hasan Bey Kümbeti güdük, Ahi Emir Türbesi şehir yükseldikçe asfaltın, betonun altında küçücük kalmış, konaklar annemin dolabı gibi çam, sedir, ıhlamur kokuyor. Taş Han kalabalık, akan damına, tozlu avlusuna rağmen kalabalık. Rengârenk, buram buram plastik kokan ayakkabılar, bavullar sıralanmış müşteri bekliyor. Aslanlı çeşmede susuzluğumu giderip üst kata çıkıyorum; revakları ayakta tutan sütunlar yaşlı, çatlak ve bakımsız. Kemerlerde otlar bitmiş. Kırmızı sandalyeler eski, çizik çizik olsa da tertemiz. Nargile fokurduyor. Kokluyorum, elma... hayır, hayır kesinlikle kavun.
Yaşlı, esmer derisi buruş buruş bir adamın tezgâhından kemik tarak aldım. Üstündeki çiçekler beceriksiz bir çocuğun elinden çıkmış gibi yamuk, titrek ve özensizdi. Elimdeki meşhur kazan simidini dedeyle paylaştım. Torbamın içine karısının ördüğü süslü yün çoraplardan “Sivas geceleri soğuk olur,” diye bir çift attı. Ben de kıramadım, yorganın içine bile sokamadığım ayaklarıma takmaya söz verdiğimde öyle tatlı güldü ki, varsın bir gece yanan ayaklarım uykusuz bıraksın beni.
Kral yolu üstünde, Sivas’ın çevresinde gezilecek çok yer var. Dünyadaki ilk anlaşmanın* varisleri Hititli askerler; bir ellerinde mızrak diğerinde kalkan, güneş tanrısının bereketini, fırtına tanrısının gücünü işlemişler Sarissa şehrine ve çoban köpeğiyle ünlü Kangal’da Anadolu aslanlarının tüyleri parlıyor. Kuzularla arkadaş, kurtlara düşman koca patili sevimli suratlar tozu toprağı birbirine katarak koşturuyor. Yavruların daha doğmadan sahipleri belli. Baba, bakıcısının omuzlarına koymuş ön ayaklarını, ağzından salyalar akarak oyuna çağırıyor. Sarkık gıdısını sıkıştırdığımda masum bir bebek gibi kafasını elime yatırıyor, sıkı sıkı sarılmak istiyorum.
Bu şehrin sazı da, sözü de, kahvesi de meşhur. Çerkez’in Kahvesi’nde bakır cezveler iki kere yanaşır kömüre, garson şekerli kahve isteyene küçümseyerek bakar. Acı kahve içmeyen benim gibi yabancısıdır bu meclisin. Ciddi adamlar derin konulara dalar gider. Her mezhepten, her görüşten insanı bir araya toplayan fikirhane kapısıdır bu kahve. Susmak ve dinlemek gerekir.
Sivas Orta Anadolu’nun saklı bahçesi, Selçuklu sanatıyla bezenmiş bir cumhuriyet şehri. Kahveden çıkıp meydana, medreseler diyarına yürüdüm, her köşesinde tarih. Gök medrese ihtişamlı, süslü ama bir o kadar da derbeder. Mavi çinileri kırık dökük, çatısında, pencere pervazlarında kuş yuvaları, kubbesi gök mavi, avluda birkaç kırık şişe... Buruciye Medresesi Kur’ân sesine hasret, sarıklı cüppeli öğrencileri bekliyor. Parmaklarımı cennet meyveleriyle süslü oymalarda gezdirdikçe kan gibi, nehir gibi, yularından boşalan kısrak gibi akıp gitti sıkıntılarım. Yüzyılların sükûneti bitmeden tükenmeden bana da bulaşıyor,
*Kadeş anlaşması