
Otele girerken yine gül yaprakları döktüler başımdan aşağı, meyve suyu ikram etti pala bıyıklı kapı ağası. Kızlar dans ediyordu yüksek tavanlı girişte. Çıplak ayaklar mermer zemine vurdukça halhallar şıngırdadı. Kınalı eller kıvrıldı, dolandı, açılıp içine çekti izleyenleri. Gözü kömür karası genç kız döndü döndü ve yanık avuçlarını gökyüzüne kaldırıp kendini yere attığında davullar sustu.
Kınalı eliyle dokundu duvara. Kocası için son kez hazırlandı. Daha doğrusu şaşkınlıktan ne yapacağını bilemediğinde on bilge kadın kokulu sularla yıkayıp ayaklarına ellerine kınadan şekiller çizmeye başlamıştı. Birkaç gün önce olsa vücuduna sarılan her dala, her çiçeğe karışır, beğenmediğini yeniden çizdirip renkli sarileriyle etrafında pervane olan hizmetçilerine emirler yağdırır, banyo suyuna damlatılan esansları bir bir koklar ve savaştan dönen mihraceyi en şatafatlı kıyafetini giyip heyecanla balkonda beklerdi. Bu sefer daha kalabalık bir grupla girdi Mehrangarh Kalesinden içeri. İlk defa yüzünü göremedi eşinin. Bir uyuşukluk sardı vücudunu. Evlendiği ilk günden beri onun için uzun ömür dileyip tütsüler yakmıştı tanrılara.
Mihracenin en büyük oğlu gün doğarken saçlarını tıraş etti ve çıplak omuzlarından aşağı indi karanlık. Sonra bembeyaz giyinip hiç oldu. Ağzında yağlı bir kumaş, sandal ve tik ağacından bir tepede yatıyordu kocası. Ne zaman bu yığının başına dizildiler hatırlamıyordu. Yıllarca rakibi olarak gördüğü kocasının eşlerine belki de ilk defa gerçekten isteyerek, anlayarak baktı. Hepsinin gözlerindeki nefret, hırs, neşe ve mutluluk kaybolup gitmişti. Büyük hanım oğluna bakmadı, beyazlar içindeki celladı da annesine dönemedi yüzünü. Elindeki meşale gülyağıyla yıkanan tahtalara, kumaşa değdiğinde yükseldi alevler ve etrafı kokulu bir sis kaplarken vurulan davullar, seyircilerin tezahüratı gerçeği duyulmaz kıldı. Alev alan dudakları eridiğinde son kez sırıttı mihrace ve ölü kolları yamulup bükülürken ayakları seğirdi. Onun için dua etti seyirciler. Bir damla göz yaşı düşmedi çıtırdayarak yanan sedir ağaçlarına. Ruhu bir haykırışıyla bedeninden ayrıldı. O diğerleri gibi Sati* olmak istememişti. Alevler hayat dolu vücutlarına değmeden önce yaşlanıp kambur bir kadına döndüğünde yeşil çimlerin üstünde ölümle karşılaşmak isterdi. Yalın ayak alevlerden uzaklaşan delikanlı bir fırtınayı, bir kıyameti sakladı göğsüne. O gece yeni mihracenin hanımları kendi ömürlerini alıp kocalarına vermesi için tanrılara dua ettiler. Tütsüler yandı peş peşe.
Kale duvarına, hemen kapının yanına bırakılan on beş el izi sonsuza kadar kalsın diye taş oyuldu. Çiçekler kabardı zarif avuçlarda. Binlerce kadın dokundu bu izlere.
Kınalı elleri görebileceğim bir yere oturup saatlerce izledim gelip geçeni. Kiminin dikkatini bile çekmedi, kimi bir fotoğrafa hapsedip ayrıldı önünden. Hikayesini bilenler gözlerini kapayıp içlerini çeke çeke dokundular. Çıplak ayakları halhallı, kırmızı sarili genç kadın diğerlerinden daha uzun kaldı. Sadece bir ize, eliyle aynı ölçüde olan en son ize parmaklarını değdirip kaleyi gezmeye başladı. Peşinden gittim. Bir kaybolup bir görünüyor ama yolunu hiç şaşırmıyordu.
Hindistan’ın en büyük kalesinde yedi kapıyı geçip saray kısmına çoktan varmıştık. Yüksek kayaların, surların üstüne yapılan bu kaleye altı yüzyılda pek çok ekleme yapılmıştı. Eski topların dizildiği zirveden Jodhpur’a baktım; şehre adını veren mavi çatılar azalmıştı. Oysa brahmanlara ait bu evler ne kadar da yakışıyordu Jodhpur’a. Uzakta kum rengi tepeler arasından Jaswant Thada Tapınağı ve bugün otel olarak hizmet veren Umaid Bhawan Sarayı gözüküyordu. Misafirlerine geniş bahçesinde yemekler sunup gül yapraklarıyla karşılayan bu otel sadece görünen sarayın bir kısmıydı. Solu büyük bir müze, sağı ise mihracenin torunlarının yaşadığı malikane.
Mücevher gibi işlenmiş saray duvarlarında açılan yüzlerce pencere yüzünü güneşe dönmüş. Papağanlar uçuyor tahta panjurlar arasında. Birkaç sincap geçiyor ayaklarıma sürtünerek ne ben şaşırıyorum ne de onlar. Silah odasından, fil üstüne konan kraliyet tahtırevanlarının, sarıkların, ipek kıyafetlerin yanından geçerken kırmızı sarili kızı unutuyorum. O ise bebek beşiklerinden en sade olanın başında öylece duruyor. Mihrace odalarını, sırma işli tavanları, kalem işi kapıları seyredip renkli vitraylarla süslü hole geri döndüğümde o yanık avuçlarını beyaz sütunlara dayamış hâlâ beşiği seyrediyordu.
Eski şehre saat kulesine vardığımda hava kararmış tezgahlar toplanmaya başlamıştı. Yağda kızaran hamurun, pilava karışan safranın kokusu sarmıştı sokakları. Çöpleri kurcalayan domuzlar, elektrik direklerine tırmanan maymunlar ve park eden tuktukların arasında dolaşan inekleri sadece turistler yadırgıyordu. Duvarın köşesine büzüşüp uyuklayan çocuğun annesi üstünden geçen neşeli sincabı kovalayacağına oğlana bir tekme atıp rüyasına karabasan gibi çökerken çocuk başına yastık yaptığı ayakkabıları alamadan fırladığı yerden kaçarak ayrıldı. Hindistan da kornalar hiç susmuyor. Otele dönmek için bindiğim tuktuk bir sağa bir sola yalpalayarak ilerlerken naylon poşetlere sıkışmış iki ipek kumaş pis yerlere yuvarlandı. Hoplamaktan toplayamıyordum hiçbirini. Biraz önce safranlı helvasını ağzına tıkıştırıp parmaklarını şıpırdata şıpırdata yalayarak motoru çalıştıran şoför tek eliyle uzanıp gülümseyerek kumaşlarımı kucağıma atığında Hindistan’a, beni her gün şaşırtmaya devam eden bu ülkeye bir kez daha hayran kaldım. Olduğu gibi bozulmamış, sıcacık ve inanılmazdı.
Otele girerken yine gül yaprakları döktüler başımdan aşağı, meyve suyu ikram etti pala bıyıklı kapı ağası. Kızlar dans ediyordu yüksek tavanlı girişte. Çıplak ayaklar mermer zemine vurdukça halhallar şıngırdadı. Kınalı eller kıvrıldı, dolandı, açılıp içine çekti izleyenleri. Gözü kömür karası genç kız döndü döndü ve yanık avuçlarını gökyüzüne kaldırıp kendini yere attığında davullar sustu.
*Ortodoks Hindu ritüeli. Kocası ölen kadının namusunu korumak için cenazenin yakılma töreninde canlı canlı yakılması ve aldığı mertebe.