Bugün eski fotoğraflar geçti elime… Bakarken özlemeyi bile özlediğimi fark ettim, duygu fakirliğimin tam ortasında… Hakikaten insan geçmişi ne kadar da özlüyor değil mi? Aslında herkesin bir geçmiş özlemi olmasının makul sayılabilecek gerekçeleri tükenmez, biliyorum. Ancak daha farklı, daha özel bir anlamı; sebebi olmalı diye geçti içimden. Biliyorum ki tüm özlemler, en geriye, en başa, ilk başladığımız yere ait…
90’lı yılların başı… Yeni eğitim-öğretim yılı… Hoş ben işin hep öğretim kısmına takılmışımdır ama bu konumuz değil şimdi diye geçiyorum. Yine okul değişmiş, yeni okulumdaki ilk günüm. Öğretmenimiz “aramıza yeni katılan arkadaşlarınızı tanıyalım!” diye kaldırdı bizi tahtaya... Toplamda üç kişiyiz. “Hadi kendinizi tanıtın ve okulda öğrendiğiniz bir şarkıyı söyleyin bize!” demez mi? Yapma be öğretmenim, yaktın sen şimdi bizi…
Zira kastettiği şey belki bir çocuk şarkısı ama ben birazdan şaşkın bakışlar arasında yanık sesimle “Ekin ektim çöllere” okumayı düşünüyorum, zira başka şarkı bildiğim falan da yok zaten. Nitekim öyle de oldu ve ben başladım “Ekin ektiğim çöllere de, yoldurmadım ellere! Dünya dolu yâr olsa da, alacağım bidene!” diye sınıfı inletmeye… İşte bu yanık türkünün de bir hikâyesi var elbet çocuk yüreğimde. Hadi öyleyse hikâyemize geri dönelim:
Bahsettiğim okula ve muhite taşınmadan takriben birkaç sene önceydi. Şu bizim meşhur mahallede oynarken bir araba yanaştı kapımıza. Arabanın sizin kapınıza yanaşması çok önemli, zira herkeste araba ne gezer. O bakımdan muazzam bir itibar meselesi, arabalı bir misafirinizin gelmesi. Toplaştık tabii başına ama hiç beklediğim gibi bir tablo yoktu maalesef ortada; zira içinde babam, ayakları alçılı bir vaziyette... Çalışırken düşmüş, ayakları kırılmış, “buna şükür!” sözleri kulaklarımda. İyileşir elbet yakında dediler. Yalan olmasın, babasını çok göremeyen bir çocuk olarak sürekli evde olacağını bilmek, bir yanımda sevinç vesilesi ama belli etmiyorum… Uzunca bir süre sonra, ayak kemiklerinin yanlış kaynadığı, tekrar kırılıp, tekrar alçılanacağı haberini aldık. Ben o zaman küçüğüm, geçim derdi falan da umurumda değil pek ama bizimkilerin tedirginliği, babamın mahcubiyetini net hatırlıyorum. Hatta çalışamadığı için gizli gizli ağladığına bile şahit olmuşluğum vardır.
Bir süre sonra böyle olmayacağı anlaşılmış olacak ki, büyük abim bir lokantada çalışmaya, ben ve küçük abim ise işportaya başladık. Bir komşumuz vasıtası ile ucuza alındığı belli, siyah poşetler içine doldurulmuş çorap ve tişört ilk sermayemiz… Zabıta abiler, kardeşler haklarını helal etsin ama çok atlatmışlığım vardır kendilerini. Tabii bu atlatma sürecinde bize yardımcı olan, her sabah aynı iştiyakla Çin malı saatleri sergi yapan; zabıta gördüğünde sergisinin kulaklarından tutup büyük bir hızla sırtına vurup kaçan Semih Abinin çok büyük emeği var; ondan öğrendik yani mevzuyu…
İşte yine böyle bir gün, öğle vakti yaklaşmış; dolmuş duraklarının hemen karşısında, kalabalığın tam orta yerinde, bir yanımızda Semih Abi, bir yanımızda parfümcü Recep Amca… Her zamanki yerimizde açmışız tezgâhı yine. Çocukça bir hayat algısı ile sesleniyorum sadece ayaklarını gördüğüm, hızla geçen insanlara: “Gel abla, gel abi tişörtler çifti beş milyon!”
Kalabalık içinde uzaktan annesinin elini tutmuş ağlayarak yürüyen, hemen hemen benim yaşlarımda bir kız çocuğu dikkatimi çekiyor. Annesi bir şeyler söyleyerek ve belli ki ağlamasından rahatsız bir şekilde çekiştiriyor kızı. Tam önümüze geldiklerinde anne, otoriter bir tavırla kızının kavradığı kolunu bırakıyor ve işaret parmağını gözüme sokarcasına uzatıp; beni işaret ederek kızına yüksek bir sesle, “Bak ne halde olan çocuklar var, ağlayıp durma artık!” diye bağırıyor. İnce sesi kalabalığın içinde kaybolsa da, benim kulaklarımın tam içinde… “Ne varmış halimde?” diye iç geçiriyorum. Küçük kızın tam olarak annesinin ne demek istediğini anladığını sanmıyorum ama bir iki saniye gözümün içine sessizce baktığını ve ağlamaktan vazgeçtiğini hatırlayabiliyorum. Sonra anne aynı şekilde kızının kolunu kavrayıp götürürken ben de arkalarından onları izlemeye koyuluyorum. Ayaklar geçiyor önümden; küçük kızın tekrar başlayan ağlama sesi, dolmuşların gürültüsü, kalabalık uğultusu ve insanlar… İşte tam o anda abimin yüzüme attığı tokatla irkiliyorum. Aslında canım acısın diye vurmadığı, attığı tokadın şiddetinden çok belli. Zira normal zamanda şakalaşırken bile canımı çok acıttığı olmuştur. Ancak şu an asıl canımı acıtan, abimin nemlenmiş gözlerinden usulca akan gözyaşları, titreyen dudakları ve “bir daha sen bağırma!” deyişiydi… Nasıl da içini acıtmış o sözler, nasıl da incinmişti kim bilir…
Sonra mı? Sonra ben bir daha hiç bağırmadım; tezgâhın başına çöküp, ellerimi dizlerime dayayıp etrafı seyrettim çok uzunca bir süre… Sanki ben hep öyle kalmışım da, mevsimler geçmiş gitmiş üzerimden… Sanki hâlâ aynı yerde aynı şekilde oturuyor ruhum! Neyse uzatmayayım, babam iyileşmiş ve her şey düzelmişti bizim için o günlerde... İşimize, aşımıza daha bir aşkla sarılmıştık hepimiz.
Şimdilerde ne zaman aklıma gelse bu mevzu, yine hüzünlenirim. Sonra o annenin kızını sakinleştirmek için farkında olmadan yaptığı karşılaştırmanın, belki bir daha göremeyeceği bir çocuğun yüreğinde nasıl yankı bulduğunu düşünür; farkında olmadan yaptığımız en ufak bir davranışın, basit bir cümlenin bile farklı yüreklerde ne şekilde yankılanabileceğini hayretle tekrar müşahede etmenin heyecanını yaşarım. Hâsılı, bu imtihan dünyasında bir kalbi incitmeden gitmek ne zor bir iş, değil mi?
Aklıma, kendisini yıllarca sadece babamın sırdaşı Abdürrahim Amca olarak tanıdığım yılların pişmanlığı ile merhum Abdürrahim Karakoç’un dizeleri geldi. Öyle sonlandıralım o halde bu yazıyı da…
Gölgesinde otur amma
Yaprak senden incinmesin.
Temizlen de gir mezara
Toprak senden incinmesin.
Yollar uzun, yollar ince
Yol kısalır aşk gelince
Yat kurban ol İsmail’ce
Bıçak senden incinmesin.
Abdürrahim Karakoç