
Afganistan’da hayat avlularda yaşanıyor, bunu hemen söylemek isterim, hiç durmadan, daha başlamadan. Sıcak ve tozlu günlerde, evlerin avlularına çekilip, sertleşmiş toprağın üzerine biraz su serpip, bu kısa hayatı -eğer başlarına bomba düşmediyse- uzunca yaşayıp gidiyorlar. Afganistan dünyada gördüğüm diğer yerlere benzemiyor. Burada renkler daha farklı. Sadece renkler değil ışıklar ve sesler de. Güneş burada sanki başka bir açıdan düşüyor yeryüzüne. İnsanların suratları da tıpkı dağları gibi: Keskin, güçlü ve nadide. Aynı sofrada birbirinden çabucak ayırt edebileceğiniz belirginlikte yüzlere rastlıyorsunuz, kimi Tacik kimi Özbek kimi Türkmen kimi de Peştun. Duyduğunuz dil bir beldeden bir beldeye değişebiliyor. Türkmen lehçesiyle huzur veren bir Türkçe işitiliyor bazen, bazen de Peştunca veya Farsça. Yaşlıları gerçekten yaşlı gibi, çocukları çocuk, kadınları kadın ve erkekleri de erkek. Bunun ne demek olduğunu anlatmak kolay değil, biliyorum.
Mezar-ı Şerif havalimanına indiğimde, görmek istemediğim o manzarayla karşılaşmak kaçınılmazdı. Havalimanı yabancı askerler tarafından korunuyordu. Gökyüzünde asılı duran zeplin kilometrelerce bölgeyi gelişmiş kameralarla sürekli tarıyordu. Ben de kısa Afganistan seyahatimin her gününü yollarda geçirmeye hazırlanıyordum. Tozlu, kuru ve sıcak yollarda. Yol arkadaşım daha önce Türkiye’ye kaçak yollarla gelmiş bir Türkmen’di. Günler süren yolculuklarda bitip tükenmez macera dolu hikayelerini dinledim. Dağlarını gördüm, bir daha unutamayacağım dağlarını. Çeşit çeşit yüzler gördüm, beni hayrete düşüren yüzler. Daha oradayken özledim Afganistan’ı, bu beldeye tekrar tekrar gelmek istedim. Gidemediğim göremediğim şehirlerini görmek istedim, bir gün mutlaka. Afganistan aklıma ne zaman düşse, içim gitmek ateşiyle yanıp tutuşur.