
Ne zaman yurtdışına çıksam bir şehir düşer aklıma. Bazen bir tabak yemek, bazen yeşil ormanlar, bazen de bir koku. En kısa zamanda uğrayacağıma söz veririm o şehre. İlgimi çekmese de, daha önce defalarca görmüş olsam da verdiğim sözü tutar, yollara düşerim. Nankör değilim ben.
Matera ve Alberobello’yu gezerken bir sonraki menzilim belli olmuştu. Tabiatın hediyesi, rüzgârın becerisiydi Kapadokya. Kasabalar sıra dışıydı. Evlerin içine saklanmıştı mağaralar. Doğanın şekillendirdiği taşlar Japon’lar için kutsal, dinsiz krallardan kaçan Hristiyanlar için barınak, benim için gökyüzünde süzülmekti.
Rüzgâr sarp kayaların içine sığınaklar inşa etti ve yağmur yıkadı duvarlarını. Otel odam ufak bir mağara. İlk insanın yaşadığı duvarları resimli vahşi barınaklardan farklı. Lavanta kokulu çarşafların serildiği bir yatak yerleştirilmiş içine. Bir masalın içindeyim. Beyaz tavus kuşları gelinler gibi dolanıyor gül bahçesinde, kapımın önünde birkaç kaplumbağa, bulduğu çıkıntıya yuva yapan paçalı güvercinler. Uzanıp ağaçtan kopardığım çağla bile iğde kokulu, güneş henüz değmemiş, gecenin serinliği saklı meyvede.
Bu diyarı gezen ne ilk ne de son gezginim, peribacalarını kukuletalı rahiplere veya sütunlar ormanına benzetemedim. “Güzel atlar ülkesi” diyenlere saygım çok ama ben “İğde kokulu diyar” diye seslendim bu toprağa.
Güvercinlik Vadisi’nde yuvalar boş. Kuşların uçup güneşi gölgelediği zamanlar geride kalmış. Birkaç tanesi başıboş dolanıyor etrafta. Ne posta taşıyorlar ne de sahip çıkan var, yalnız ve özgürler. Gübreleri üzüm bağlarını bereketlendirip tatlandıra dursun güvercinlikler hasret eski kalabalığa.
Ezan sesi Kızılırmak’a düşüyor. Köpekler bile kulak dikip dinliyor Bilal’in sesini. Ben kurabiyelerimi ördeklerle paylaşırken bir sürat motoru geçiyor çamurlu suyu coşturarak. Kıyıda Venedik özentisi gondollar. Avanos’ta sadrazam kayıklarını arıyor gözlerim. Hititlerden beri ırmağın sürükleyip getirdiği kırmızı çamurdan yapılıyor seramik çömlekler. Kasabalar, ören yerleri birbirine yakın. Beş kilometre sonra Zelve’ye varıyoruz. Köşede peribacasından bir karakol, yamaçlara saklanmış direkli, balıklı, üzümlü, geyikli kiliseler duvarlarını süsleyen resimlerden almış adlarını. Develer ören yerinin girişinde müşteri beklerken çocuklar mağaraların yüksekte kalan kapılarına tırmanıyor.
Dilek ağacında çaputlar bağlı, düğüm üstüne düğüm, bir diğerinde nazar boncukları kuru dalları ağırlıktan sarkmış. Bütün parmakları yüzüklü rüküş, yaşlı bir kadının ellerine benziyor. Atlar peribacalarının arasında gezinirken sabah koşusunun teri hâlâ sırtlarında, kuyruklarında sinekler. Kaç gündür keçeye dönen tüylerine tımar değmemiş.
Göreme açık hava müzesi üç büyük azizin* memleketi, Hristiyanlık fikirlerinin yeniden şekillendiği topraklar. Taraklı Kilise’nin duvarlarında İncil’den hikayeler. Sütunlar dağın bir parçası, dışardan getirilip yerleştirilmemiş tapınağın içine. Yer altındaki mezarlıklar boş. Fenerbahçe formalı bir çocuk eski kabirlerin kenarında oturduğunu öğrenince korkuyla yerinden fırlayıp arkasına bile bakmadan “Maazallah, maazallah” diye kaçıyor dışarı. Annesi onu kilisenin önünde bile bulamıyor.
Mustafa Paşa’da iğde kokusu karşılıyor bizi. Peribacasından bir kilise var taşsız mezarlıkların arasında. Minik çan kulesi camiye yadigâr kalmış, minareyle yanyana ama mesafeli.” 1 Haziran, iğde kokulu diyar” diye not aldım defterime.
Kızıl Vadi kalabalık. Gün batarken keskin uçurumun kenarında poz veren damat ve gelinler, mısır yiyen çocuklar, çekirdek çıtlatan meraklı bir dolu kadın. Flaşlar patlıyor güneşin ışıklarına karşı. Gelin çiçeğini havaya attığında fotoğrafçının tek şansı var kareyi yakalayabilmek için. Diz üstü çöken damadın gülümsemesi yapay, deklanşör sustuğunda yüzü asılıyor hemen. Selfi çılgınlığı almış yürümüş. Boş bir kayanın üstüne çıkıp kalabalıktan uzaklaştığımda kısık sesle bir müzik açıyorum, kulaklığımdan yükselen sadece benim duyduğum melodiler. Kızıl, sarp, baş döndürücü bir yarık uzanıyor önümde. Kim demiş Arizona’nın eşi bulunmaz diye?
Uçhisar Kalesi rüzgârın mimarlığını üstlendiği bir tepe. Taş yumuşak olmasına rağmen yaşanacak kadar sağlam. Kalenin içindeki odaları birbirine bağlayan merdivenler tüneller ve koridorlar, hasar gördüğünden ücra köşelerine ulaşılamıyor. Sırlar girilemeyen odalarda saklı. Kim bilir belki bir iskeletin parmağında gevşemiş bir yüzük belki de balmumuyla kapalı üç testi... Siz deyin altın dolu ben deyim gizemli cümleler. Ortahisar daha sakindi ben de fırsattan istifade keçileri yad ederek dik merdivenlerden tırmandım. Biliyorum yarın keskin bir sızı duyacağım bacaklarımda ve yorgun vücudum ağrıdıkça gülümseyip bu manzarayı düşüneceğim.
Dinini yaşayabilmek için yeraltına saklandı insanoğlu. Kilisesini mağaralara gizledi ulu ağaçların arkasında görünmeyen kapılar. Sessizce yürüdüler vadide keçiden çevik, parstan hızlı, leopardan sessiz. Bugün değirmen taşı dönüp kapanmıyor arkamdan, beni kovalayan düşmanım da yok. Sadece merak beni çağıran. Yeraltı şehirlerindeki dar ve karanlık odaları dolaşıp daha derin katlara indikçe koşarak dışarı çıkmamı söyleyen sese kapatıyorum kulaklarımı, korku bedenimde. Soğuk taşa yaslanıp haberleşme bacasından geçmişe sesleniyorum...
Hacıbektaş Veli Müzesi girişinde yüzü dövmeli, saçları kınalı yaşlı bir kadın merdivenlere çökmüş ağıt yakıyor. Şifalı suyun önünde çocuklar. Üçler Kapısı’ndan geçip avluya girdim. Horasan erenlerinin mezarı bir tarafta Balım Sultan’ın türbesi diğer yanda. Sultan Ahmet Camisi’ni ziyaret eden turistler bile örtünürken alışık değilim başı, baldırı açık türbe ziyaret edenlere. Hürmet etmek insan oğluna yakışıyor. Ne kirli Hint tapınaklarında ayakkabımı çıkarmaktan ne de küçük bir çocuğun uzattığı çiçekten kolyeyi Parvati’nin* boynuna asmaktan pişmanım.
Kanyonlar, nehirlerin derinleştirdiği görünmez yarıklar içlerinde olup biteni günyüzüne çıkarmaz. Güneş zar zor değer toprağa. Ihlara Vadisi’ni baştan sona yürümesem de suya ulaşabilmek için, dik kayalıklardan nasıl geri çıkacağımı düşünmeden yüzlerce basamak indim. Rüzgâr ve Güneş terk etti beni. Sümbüllü, Yılanlı, Ağaçaltı Kiliselerini gezip Melendiz Çayı’na uzanan çardaklarda ayaklarımı uzatıp buz gibi suyumu yudumladım. Odun ateşine yerleştirilen sac sıcaktan kararmış, üstüne atılan hamurda kabarcıklar oluşuyordu. Fırçanın ucundan damlayan yağ kızgın sacda hoplarken böreğin koynuna düştü. Maydanozlu peynir köşesi açılan hamurdan dışarı kaçmaya çalıştığında yapışıp kaldı oracıkta. Ayran çırpıldıkça köpürdü, köpürdükçe yağ tuttu. Cins cins ördekler dolandı etrafımda; bu sefer dünya tersine dönmüştü ve hayvanlar insanları seyrediyordu. Lokmalar boğazımda düğüm düğüm.
Özür diliyorum bu büyülü diyardan, peribacalarının üstüne tüneyen kocaman kayalardan, kiliseleri, güvercinlikleri koynuna saklayan dağlardan ve keskisini kullanan becerikli rüzgarın önünde hürmetle eğiliyorum. İtalya’nın ücra köşesine sıkışmış iki ufacık köyle nasıl kıyasladım sizi. Parmağımın ucuna sinen iğde kokusu, yüzümde rüzgâr, gökyüzünden izliyorum taşa oyulan geçmişi. Ellerim sepetin kenarlarına sıkıca yapışmış, korkumla kucak kucağa yükseliyorum. Yükseliyoruz onlarca balon. Rengarenk gökyüzü. Rüzgâr yolumuzu çiziyor, alevler kıpırtısız. Yeryüzü silikleşirken Güneş çıkıyor topraktan.
*Kayseri Piskoposu Büyük Basil, kardeşi Nyssalı Gregory ve Nazianuslu Gregor * Hinduizm’de bir Hint tanrıçası.