
Ayşegül Öztoprak
Arapça; Kur’an taliplisi, talebesi olduğumuz için bizim anadilimiz gibidir. Onunla mesafemiz Kur’an’la mesafemiz olarak acıtır içimizi. Bundandır yolun başından itibaren bu dili öğrenme heyecanı yeşerir içimizde.
Üç yıl kadar önce tanıştığım liseli bir gençle, yollarımız bir mesaj aracılığıyla yeniden kesişti. Kendimi hatırlatmak için ilahiyatlı olduğumu söyleyince kim olduğuma bakmadan, “Size soru sorabilir miyim, bu aralar sorularım birikti” yazmış. Yüz yüze konuşalım deyip ertesi gün buluştuk. Dine nispeten uzak bir ailede büyümüş, instagram paylaşımlarıyla tesettürü tercih etmiş; İslam’ı tanımaya çalışıyordu. Meal okuduğundan fakat bazı yerleri anlamadığından bahsetti. Siz Kur’an’ı anlıyorsunuzdur, diye hüsnü zannını ifade edip yazın Arapça öğrenmek istediğini söyledi. O anki heyecanı beni uzun zamandır hissetmediğim bir şevke gark etti. Ben de gelenekselleşmiş ilahiyat öğrencisi tavrıyla, üçüncü sınıf biterken yeniden Arapça ile ilgilenmeye başlamanın telaşı içindeydim. Fakat maksadım biraz farklılaşmıştı. Benim anlamak istediğim metin Kur’an’ı anlatan metinlerdi artık. Fakülteyle birlikte manaya giden yol genişlemiş, derinleşmiş, uzaktan gördüğümüz kestirmenin yerini kestirip atılamayacak İslam düşüncesi külliyatı bezeli bir yol almıştı.
İslam düşüncesi külliyatını anlamak için Arapçayı şart görmeyen güncel bir akım var. Daha doğru ifadesiyle klasik eserleri okurken öğrencinin Arapça eşiğinde takılıp kalmasının önüne geçmeye çalışan, klasikleri tercüme edip bu tercümeler üzerinden ilerlemeyi başlangıç için yeterli gören bir akım bu. Kendi talebeliğimi burada gördüğümü söyleyebilirim fakat klasik eserlerle meşgul olurken aynı zamanda orjinallerini de özlemeye başlıyor insan. Arapça eşiğimiz olmasın diye girdiğimiz yol bizi o eşiği atlamanın heyecanına götürüyor.
Bir yerden sonra yalnızca Arapça klasikler değil, Osmanlı Türkçesi eserler de bizi Arapçaya davet ediyor. Elimize aldığımız yazma bir eserde Türkçe bölümlerin arkasından teklifsizce, tabii olarak Arapça bir bölüm ile karşılaşıveriyoruz. Kur’an’ın bizim kitabımız olarak, dilinin de bizim dilimiz gibi benimsenmiş olması bana Mehmet Lütfi Arslan’ın bir Gine hatırasını anımsatıyor. Gine’de bir namazın ardından Kur’an okuyan bir yaşlının yanına oturup bu güzel insanların uzattıkları mushaftan birkaç sayfa okuduktan sonra kim olduğu sorulmuş kendisine. Mushafın son sayfasında yer alan Osmanlı mührünü gösterip, buyum diye tanıtmış kendisini. Bu; Osmanlıyım, Osmanlı torunuyum demek değil demişti Mehmet Lütfi abi; “Kur’an’a hizmet eden bir ecdadın torunuyum.” Bu kutlu hizmet dilimizi, din dili haline getirmiş; bunu sebepsizce kitaplarının bir bölümünü Arapça telif eden Osmanlı dedelerimizden anlıyoruz.
Gerek dilimizdeki Arapça kelimeler, gerek ecdadımızın kullandığı Türkçenin hattının bize söylediğidir; Arapça; Kur’an taliplisi, talebesi olduğumuz için bizim anadilimiz gibidir. Onunla mesafemiz Kur’an’la mesafemiz olarak acıtır içimizi. Bundandır yolun başından itibaren bu dili öğrenme heyecanı yeşerir içimizde. Arapça bir metni, kârinin durup ağladığı ayeti anlamadığımızda; memleketinin dışında doğmuş bir kişinin anadilini anlayamamasının burukluğundan daha az bir şey değildir yaşadığımız. Arap’ın diline değil, Arapça konuşan nebisine onun diliyle hitap eden Rabbimizin hitabına duyulan bir özlemdir, bizimkisi.