
S. Bilgehan Eren
Diller, dinler, hayat tarzları belki farklıydı ama biz yine de çok iyi anlaşırdık. Çünkü tüm bu farklılıkların ötesinde, “birbirimizi anlamaya çalışmak”, “yardımcı olmak”, “hoşgörü” gibi bir üst dilimiz; “insan olmak”, “komşu olmak” gibi de bir üst kimliğimiz vardı. Ve bugüne nisbetle daha iyi bilinirdi, bu dünyanın kimseye kalmayacağı.
1970’li yılların sonu, 80’li yılların hemen başına gidiyorum; çocukluk ve gençliğimin geçtiği Kadıköy’deki sokağımıza… Düşünüyorum da bizim sokak tam bir mozaikti. Daha doğrusu ebru gibiydi; yan yana durmaktan ziyade, muhabbet ve samimiyetle iç içe geçmişti. Esaslı komşulardık, birbirimize gidip gelirdik, hatır sorardık, birinin cenazesi olduğunda seferber olurduk. Ortak acılarımız, ortak sevinçlerimiz vardı.
Karşı komşumuz Seher Teyze yıllarca Almanya’da yaşamış, kendisi ve eşi Türkiye’ye temelli dönmüş, çocukları ise gurbette ikâmete devam etmekteydi. Ve ne zaman çocukları Almanya’dan ziyarete gelse, beni çok seven Seher Teyze sayesinde bizim ev çikolata dolardı. Çapraz alt komşumuz Fethiye Teyze, Trabzonlu idi. Söylediklerini o kadar anlayamazdım ki, bazen istediği bir şeyi bakkaldan yanlış alırdım. Hiç kızmazdı ama, tersine gülerdi. Gülizar Teyzeler vardı. Tuncelili Alevi bir aile idi. Hayatımda Gülizar Teyze ve çocukları kadar (ki yaşça benden çok çok büyüklerdi) misafirperver, paylaşımcı bir aile az görmüşümdür. Ermeni Pinto vardı. Kendisi çok konuşmasa da, zira ben o yıllarda 5-6 yaşındayım, oğlu iyi arkadaşımdı ve Pinto Amca, elektrik mühendisi olduğu için oğluna hep değişik şeyler yapardı. Biz de onun yaptıklarıyla oynardık. Arkadaşım Yusuf’un ailesi Diyarbakırlıydı. Annesi pek Türkçe bilmezdi ama ekmek arası domates-peynir yapıp az karnımızı doyurmamıştır.
Rum Madam Teyze vardı, adını hiçbir zaman öğrenemediğim. “Madam Teyze bahçeye top kaçtı, atar mısın” dediğimde, biraz sinirli bir şekilde çıkardı, bazen söylenirdi ama topumuzu da verirdi. Şimdi düşünüyorum da acaba neden yalnızdı Madam Teyze, çocukları yok muydu, eşi ne olmuştu, ne gibi acıları vardı kim bilir. Terzi Salomon vardı, Yahudi idi. Herkesle selamlaşır, sokağın adeta muhtarlığını yapardı. Münevver Teyze ve kız kardeşi vardı bir de. Aslen İzmirliydiler ve ikisi de öğretmen emeklisiydi. O yıllarda “kokoş” kelimesini bilmiyordum ama kelimenin tam anlamıyla kokoş iki kardeşti. Ama onlardı bana her sene okul araç ve gereçleri alan, boya kalemleri hediye eden. Çünkü onlar renkliydi ve bir çocuğun hayatını da renklendirmek isterlerdi. Ve Türkiye’nin daha nice vilayetinden ailelerin yanında, bir de Artin Usta vardı ki anmadan geçemeyeceğim. Tesisat ustasıydı Ermeni Artin Amca ve işini o kadar sağlam yapardı ki, bir sorun olunca tüm mahalleli ona koşardı.
Hâsılı diller, dinler, hayat tarzları belki farklıydı ama biz yine de çok iyi anlaşırdık. Çünkü tüm bu farklılıkların ötesinde, “birbirimizi anlamaya çalışmak”, “yardımcı olmak”, “hoşgörü” gibi bir üst dilimiz; “insan olmak”, “komşu olmak” gibi de bir üst kimliğimiz vardı. Ve bugüne nisbetle daha iyi bilinirdi, bu dünyanın kimseye kalmayacağı. Evet, yukarıda adını saydığım şahısların hiçbiri bugün yaşamıyor. Ne Artin Usta var, ne Münevver Teyze; ne terzi Salomon hayatta bugün, ne de Gülizar Teyze.
O yıllardaki bizim sokağı, belki bin yıl geriye giderek Anadolu’ya ölçeklediğimizde aslında bu hakikat hiç değişmeyecektir. Anadolu beşiktir, döşektir. Kucak açmaktır, paylaşmaktır. Dün (500 yıl önce) İspanya’dan kovulup Osmanlı’ya sığınan Yahudiler; bugün ise modern (!) Avrupa’nın tekmelediği, kabul etmediği milyonlarca Suriyeli yine bu topraklardadır. Zira Anadolu; sevginin, kardeşliğin, medeniyetin ana yurdudur.
“GÖZLERİN RENGİ FARKLI OLSA DA, GÖZYAŞLARI AYNIDIR”
İmdi bu vesilelerle bir tiyatro oyunundan, “Sızı”dan bahsetmek istiyorum. Yaklaşık bin yıl Anadolu’da birlikte yaşamış iki millet; Türkler ve Ermeniler. Ve hemen sözün burasında altını önemle çizelim, nasıl ki Hrant Dink’in kelimenin tam anlamıyla; haince, kahpece, adice bir kumpas sonucu öldürülmesi, bütün Türklere mâledilemezse, aynı şekilde Ermeni nasyonalizmi adına sergilenen, 1921’de Talat Paşa’nın Berlin’de öldürülmesinden, terör örgütü ASALA’nın cinayetlerine kadar hiçbiri bütün Ermenileri kapsamaz, kapsayamaz. Yoksa geçtiğimiz şubat ayında vefat eden -hikâyesi herkesin malumu olan- Kolsuz Agop’a haksızlık etmiş oluruz. Ayrıca unutmamamız lâzımdır ki, Osmanlı hiçbir millete göstermediği itimadı Ermenilere göstermiş, onları “millet-i sadıka” olarak anmış ve bu iki millet yüzyıllarca barış ve hoşgörü içinde bir arada yaşamıştır.
Salih Efiloğlu’nun yazdığı, Kubilay Penbeklioğlu’nun yönettiği, İBB Şehir Tiyatroları’nda sahnelenen “Sızı” isimli oyun, senaryoda yer yer kopuklukları ve bazı eksiklikleri olsa da; hoşgörüyü, kardeşliği merkeze alarak, “öteki” diye tanımladığımızı anlama çabasına bizi sevk ettiği için, izlenmeyi hak ediyor.
Oyunun seyir zevkini bozmamaya da dikkat ederek, konusuna kısaca değinelim: Anadolu’da yıllarca yan yana, can cana yaşamış iki millet, tarih 1913’leri gösterdiğinde dış güçlerin de kışkırtmasıyla birbirine düşman olmaya başlamıştır. Bir grup Ermeni ailesi, bu kaosun bir parçası olmamak adına önce İstanbul’a, daha sonra ise Paris’e göç etmek zorunda kalır. Yıl 1941’i gösterdiğinde ise, dünya siyaseti daha da büyük keşmekeşe sürükler onları. Büyüdükçe büyüyen tehlike, yaklaşan savaş, Anadolu özlemi, onları içinden çıkılmaz bir hâle getirince, çözüm yolları aramaya başlarlar. Tek arzuları aslî vatanlarına geri dönmektir. Bu oyun, topraklarından göç etmek zorunda kalan ailelerin, umuda ve anılara sarılarak, insanlıktan göç etmemeye çalışmalarının “sızı” dolu hikâyesini anlatmaktadır.
Oyunun eksiklikleri bir tarafa, empati yoksunu, toptancı-kötücül bakış açılarımızı sorgulamamız için izlenmesi gereken bir oyun. Yaklaşık 100 yıl önce anlatılan bir hikâye üzerinden, belki bugün yanı başımızda (toprağından göç etmek zorunda kalmış, acı dolu) Suriyeli bir aileyi gördüğümüzde, “Bunların da hepsi hırsız, hepsi şöyle, hepsi böyle” demememizi sağlarsa, insanlığın hayrına vesile olmuş olur. Hani güzel bir söz var; “Birini yargılayacaksan, önce onun ayakkabılarını giyip birkaç kilometre yürü” diye. İşte esas sızımız tam olarak budur ve “Sızı” da buna odaklanmaktadır.
Oyundan bir iktibas ile bitirelim:
“Ne kadar büyüksün, o kadar küçük. Ne kadar küçüksün, o kadar büyük olacak gerçek dünya. İnsanoğlu! Hep bunu hatırla!”