
Birleşen Yollar’ın peşinden ‘‘Zehra, Kızım Ayşe, Bir Adam Yaratmak, Sahibini Arayan Madalya, Minyeli Abdullah’’ gibi Yücel ÇAKMAKLI imzalı otuza yakın film Türk sinema tarihindeki yerini aldı. Tüm bunların yanı sıra, ardından gelecek olan genç sinemacılara da yol haritası çizmiş oldu ÇAKMAKLI.
Tasavvuf ehli bir aileye mensup olan Yücel ÇAKMAKLI 1937 yılında Afyon’un Bolvadin ilçesinde doğdu. Dört kardeşin en büyüğüydü. İkinci Dünya Savaşı yıllarında 7 yaşındayken babasını kaybetti. Şartlar gereği küçük kardeşlerine akrabaları sahip çıkmak zorunda kaldı. O da Çocuk Esirgeme Kurumu’na verildi. Bir yandan okuluna başlayıp, bir yandan da Çocuk Esirgeme Kurumu’nun yurdunda kalmaya devam etti.
18 yaşında İstanbul’a gelen ÇAKMAKLI, Yüksek İktisat Fakültesi’ne kaydoldu. Ama onun içinde var olan sinema aşkı gitgide büyüyordu. Aynı zamanda kameranın arkasına geçip, sinemada anlatacağı kutsal değerleri vardı O’nun… Türk sinemasının, ahlaki ve manevi değerlere bağlı bir sinema olması da en büyük gayelerinden biriydi.
Bir röportajında, ‘‘kanaat önderlerine, halk önderlerine, Müslüman camiaya ‘Sinemaya önem verin, sinema çok etkili bir araçtır, gençlerin şahsiyetini bulmasında, karakterlerini oluşturmasında bugün okul ve ailelerinin yanında üçüncü bir ocaktır’’ düşüncesini, verdiği konferanslarla yıllarca anlatmaya çalıştığını belirtiyor Yücel ÇAKMAKLI.
Sinemaya, 1959 yılında Gazetecilik Enstitüsü’nü bitirdikten sonra çeşitli gazetelerde yazı yazarak başladı ÇAKMAKLI. Bununla birlikte 50’ye yakın filmde çıraklık yaparak, ustalarından mesleği öğrenmeye çalıştı.
Türk sineması, 1960’lı yıllarda hareketli bir tablo çizmeye başlarken film sayısı da birden bire çoğalır. Yücel ÇAKMAKLI’ya yönetmenlik teklifleri gelmeye başlar. Hatta ustaları O’na, ‘‘bu filme ben yetişmeyeceğim, sen gidip yönetir misin’’ diye sorarlar. O ise kendi değerlerini anlatamayacağı filmlerde yönetmenlik yapmayı reddeder.
1968’li yıllarda, öğrenci hareketleri ve ideolojik çatışma ortamı damgasını vurmuştur ülkeye. Yücel ÇAKMAKLI milli ve manevi değerleri konu alan çalışmalarına yapımcı bulamaz bir türlü. Yoğun çabalar neticesinde, Hayreddin KARAMAN gibi hocalar önderliğinde birkaç işadamı ile görüşerek Elif Film’i kurarlar. İlk film de 1969 yılı Hac mevsiminde çekilen yarı belgesel niteliğindeki Kâbe Yolları isimli filmdir.
‘‘BİRLEŞEN YOLLAR’’
Sonunda bir sinema filmi çekmek için gerekli bütçeye kavuşur Elif Film. Yoğun sansür ve baskı döneminin yaşandığı bir ortamda, Şule Yüksel ŞENLER’in Huzur Sokağı isimli romanından bir film çekmeye karar verilir. 1970 yılında Birleşen Yollar beyaz perdede yerini alır.
O yollarda oyuncu merkezli bir sinema anlayışı olması sebebiyle, zamanın en ünlü oyuncularından Türkan Şoray ve İzzet Günay paylaşır başrollerini ‘‘Birleşen Yollar”ın. Kozmopolit bir kızla, fakir bir delikanlı arasında gelişen olaylar zincirini konu alan film, manevi değerleri maddenin üstünde tutar. İmamları sahtekâr, dini ise afyon gibi tanıtmaya çalışan ‘‘Toplumsal Gerçekçi’’ sinema akımının revaçta olduğu o dönem şartlarında, insanların gönlünde ayrı bir yer edinir ‘‘Birleşen Yol lar’’. Tüm bunların yanı sıra ‘‘Milli Sinema Akımı’’nın ilk örneği olması açısından da çok önemlidir.
Birleşen Yollar’ın peşinden ‘‘Zehra, Kızım Ayşe, Bir Adam Yaratmak, Sahibini Arayan Madalya, Minyeli Abdullah’’ gibi Yücel ÇAKMAKLI imzalı otuza yakın film Türk sinema tarihindeki yerini aldı. Tüm bunların yanı sıra, ardından gelecek olan genç sinemacılara da yol haritası çizmiş oldu ÇAKMAKLI.
Uzun yıllar TRT’de çalışan ve ‘‘Rasim Özdenören’in hikâyeleri Çok Sesli Bir Ölüm ve Çözülme’den televizyon filmleri, Tarık Buğra’dan Küçük Ağa ve Kuruluş gibi roman uyarlamalarından televizyon dizileri çeken Yücel ÇAKMAKLI yine bir röportajında ‘yönetmenlik hayatı boyunca unutamadığı’ bir olayı şöyle aktarıyor: ‘‘Kuruluş dizisinin çekimi sırasında, Osmancık’ta bir göç sahnesi vardı. Yazın yaylaya çıkılır, yayla hayatından sonra kışlaya yani Söğüt’e dönülür. Giderken, dönerken diğer boylar, aşiretler bir araya gelip sohbet ederler ve dolayısıyla büyük bir manzara olur. Şimdi o sahneyi nasıl çekeriz, parayla figüran toplayıp Isparta’nın bilmem ne dağına nasıl gideriz, Toroslar’ın eteğindeki bir dağda nasıl film çekeriz, diye çok korkuyordum. Orada belediyelere, muhtarlara hoparlörler ile duyurduk. Mahalli gazetelerle duyurduk. ‘Bakın biz bu sahneleri çekiyoruz. Bu, bu coğrafyanın vatan oluşunun hikâyesidir. Gelin bu göç sahnelerini birlikte canlandıralım. Çoluk çocuk hepiniz, hayvanlarınız. Çeyiz sandığınızdaki kıyafetlerle gelin, o sahneleri canlı bir şekilde çekelim’ diye duyurduk. Hepimiz, oyuncular ve teknik ekip bakalım ne çıkacak diye bekledik. Derken civar köylerden, sağdan soldan, çoluk çocuk aileler gözyaşları içinde akın akın film setine geliyor. İşte dedim, bizim milletimiz budur. Bu millete bir yol gösterilirse neler olur dedim. Hakikaten o ihtişamlı görkemli sahneleri milletimizle tek yürek hâlinde çektik.’’
Türk sinema tarihinde pek çok ilke imza atan ve değişik konuları sinemaya taşıyan Yücel ÇAKMAKLI, 10 Temmuz 2008’de TBMM tarafından Üstün Hizmet Madalyasına, 21 Ekim 2008’de de T.C. Kültür Bakanlığı tarafından Türk sinemasına 50 yıllık hizmetlerinden dolayı Emek Ödülü’ne layık görülmüştür.
Türk Sinema tarihinde, Milli Sinema kavramının yer edinmesinde büyük pay sahibi olan Yücel ÇAKMAKLI, 23 Ağustos 2009’da İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinde hayata veda etti. Arkasında bir neslin yetişmesinde etkili olan, ‘‘gençlerin şahsiyetini bulmasında, karakterlerinin oluşmasında, okul ve ailelerinin yanında üçüncü bir ocak olan sinema alanında’’ birçok eser bırakarak.
Hakan ALBAYRAK, ‘‘Yücel ÇAKMAKLI, Bediüzzamanların, Süleyman Hilmi Tunahanların başlattığı ihya hareketini beyaz perdeye taşıyan, Necip Fazıl’ın yükselttiği bayrağı sinemanın burcuna diken adamdır’’ diyerek, aslında O’nun bizim için ne kadar önemli olduğunu dile getiriyor bir anlamda.
Ve ‘‘Yücel ÇAKMAKLI bu toprakların insanlarının sorunlarını kendisine dert edinenlerdendi’’ diyor bir yazısında Serkan Yorgancılar. Sonra devam ediyor: ‘‘Anadolu insanının çilesini çilesi bildi, derdini dert. Ve bu sorunlara kendi penceresinden sanatçı kimliğiyle çözümler bulmaya çalıştı’’. Şimdi yine soruyorum: Ya biz?