Hayal ile başlayalım. Ürdün’de tipik çöl iklimi özelliklerine sahip bir vadinin ortasındasınız. Hava aşırı sıcak değil. Evvela 4x4 eski tip bir cip ile hareketli Arap şarkıları eşliğinde kum tepelerinde bir aşağı bir yukarı dolaşıyorsunuz. Daha sonra gezintiye develerle devam ediyorsunuz. Yerine göre yavaş yerine göre hızlı ama bol sallantılı devam eden bu yolculukta gözlerinizi uzaklara çeviriyorsunuz. Başını ve sonunu göremediğiniz bir çölün ortasındasınız. Uzaklarda belki bir kaya dibinde dinlenen develeri görebilirsiniz ya da çadırını kurmuş kahvesini yudumlayan bir bedeviyi. Gezdiğiniz devenin terbiyecisine bakıyorsunuz sonra. Üzerinde rengi sararmış bir cellabi var. Başına onu kumlu rüzgarlardan koruyacak bir puşi sarmış gözleri kısık ileriye bakıyor. Deveden indikten sonra avcunuza aldığınız bir miktar sıcak kumu havaya bırakıp kum tanelerinin uçuşunu izliyorsunuz. Yaşadığınız yerden kilometrelerce uzakta bir vadi ortasında sırtınızda şehrin hiçbir yükü olmadan öylece vakit geçiriyorsunuz. Deve terbiyecisine burada hayatının nasıl geçtiğini soracaktınız ki peçesini indirip yüzündeki kumu temizledikten sonra cebinden telefonunu çıkarıp gelen mesaja bakıyor. Ne? Çöl ortasında akıllı telefon mu o? Yok daha neler bir de fotoğraf çekip sosyal medyada mı paylaşacak? Sanki hiç olmaması gereken bir durummuş gibi yadırgıyorsunuz…
Evet. Bu hadiseyi yaklaşık iki sene evvel Ürdün’de Wadi Rum’da yaşadım. 2000’li yıllarda çölün ortasında bir kamp alanında bedevilerden artık WiFi şifresi isteyebiliyor ve Nescafe’nizi yudumlayabiliyorsunuz. Böyle bir ortamda yapabilecek iki şey var: Ateşin etrafında Arap dansları ederken size poz vermeyi de ihmal etmeyen gençleri gerekli sosyal mecralarda paylaşmak yahut battaniye altında dağ çayı içerek yıldızları ve geceyi izlemek. Ben ikincisini yaptım.