
2013’te Mısır’da gerçekleşen askeri darbenin ardından çıktığı ilk uma hutbesinde, Kâbe’nin minberinden Müslüman Kardeşler Teşkilâtı’na terörist diyen de Sudeys olmuştu maalesef. Dönemin Suudi Arabistan Kralı Abdullah’ın darbeye verdiği desteği “terörle mücadele” olarak anıp överek hem de…
Lise ikideydim sanırım. Yıl 1996-97 olabilir. Hacca giden halamların getirdiği minik bir teyp kaseti, gece-gündüz en yakın dostum haline gelmişti. Mescid-i Haram imamları Şeyh Abdurrahman bin Abdulaziz Sudeys ile Şeyh Suûd bin İbrahim Şureym’e ait kıraatleri içeren kaydı durmaksızın dinliyordum. Kayıtlar, teravih namazı sırasında yapıldığı için, okumalar da son derece doğaldı. Hayatımda ilk kez, namaz kıldırırken ağlayan ve dua ederken sesi titreyen birilerini dinlemek, beni de derinden sarsıyor, zihnimde birçok şeyi yeniden düşünmeme vesile oluyordu.
Şeyh Sudeys’in teravih namazlarının sonunda yaptığı uzun -yaklaşık 45 dakikalık- dua örneklerinden biri de kasetin sonunda yer alıyordu. Arapça bakımından muhteşem ifadelerle dolu dua, aynı zamanda Rasulullah Efendimiz’in (s.a.v) bizzat kullandığı cümleleri de içeriyordu. O duayı herhalde binlerce kez dinlemişimdir. Hadis rivayetleri yoluyla bize nakledilen sahih duaları da ezberlemiş oldum bu sayede. İlk başlarda pek anlamadığım duaların, sonraları Arapçama sağladığı(nı fark ettiğim) katkı da şükrü eda edilemeyecek bir nimetti. Kur’ân kıraatım ve mahâric-i hurûfuma da büyük etki yaptı bu seanslar. Hamdolsun.
Böyle içten gelen coşkun bir sevgiyle Sudeys-Şureym ikilisini dinleye dinleye lise sona geldim. Bulabildiğim bütün kasetlerini topluyor, büyük bir açlıkla dinliyor, yüzlerce defa elden geçiriyordum. İnternetin henüz hayatımızda böylesine yer kaplamadığı, ulaşabildiğiniz bir şeyin sonsuz kıymetli olduğu, ilginç ve nostaljik zamanlardı.
İçsel serüvenim bu şekilde doludizgin devam ederken, kalbimde umreye gitme konusunda bastırılamaz bir arzu da doğdu. Fakat maddî imkanlarımız yoktu, babamın ekonomik durumu pek iyi değildi. Aileme konuyu açmadım bile, çünkü bu seyahati finanse edemeyecekleri ortadaydı.
Derken lise dördüncü sınıfta, bir vakfın düzenlediği makale yarışmasında Türkiye birincisi olarak aldığım hatırı sayılır ödül (1999’da 500 Lira) umre için bir umut doğurdu nihayet. Ama yine nasip olmadı. O dönem nalburluk yapan babamın işleri düzgün gitmiyordu, ona yardım etmem daha münasip düşerdi. Babam da zaten “oğlum, bu parayı bana borç verir misin? Durumumuz düzelince ben inşallah sana geri öderim” demiş, süreci resmen başlatmıştı.
Umreye ancak 2009’un Haziran ayında gidebildim. “Kâbe imamları”nın kıraati gönlüme düştükten tam 13 yıl sonra yani. O ünlü deyişte olduğu gibi tam: “Nasip olmadan, dayak bile yenmez.”
* * *
Artık şimdilerde “Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevî’nin Genel İdaresi Başkanı” sıfatını da taşıyan Şeyh Abdurrahman Sudeys’in geçtiğimiz günlerde New York’ta yaptığı “Suudi Arabistan Krallığı ve Amerika Birleşik Devletleri, dünyanın birer kutbudur. İkisi de dünyaya refah ve güvenliğin hâkim olması için birlikte liderlik ediyor.” açıklamasını işitince, kendisiyle yaşadığım duygusal maceram aklımdan geçiverdi, ister istemez. Keşke o nostaljik hava hep korunsaydı, dedim. Ama Sudeys’in ABD ve Donald Trump yönetimine övgüler yağdırdığı (hatta hızını alamayıp dua bile ettiği) bu açıklamasına şaşırmayacak kadar farklı yorumlarına ve tepkilerine de şahit olmuştum zaman içinde:
Hatim dualarını dinlerken, Sudeys’in Suudi Arabistan’ın siyasi müttefiklerine hiçbir şey söylemediğini fark etmiştim mesela. “Yahudilere” atıp tutarken, İsrail’in hamisi ve ağabeyi ABD’yi es geçtiğini… Riyad-Moskova ilişkileri gerginken Çeçenistan’ı andığını, ama ilişkiler düzelir düzelmez Çeçenlerin dualardan elendiğini… Filistin’deki mezalim duanın ana konusu olurken, Irak’ın işgalinin dualara hiç giremediğini…
2013’te Mısır’da gerçekleşen askeri darbenin ardından çıktığı ilk uma hutbesinde, Kâbe’nin minberinden Müslüman Kardeşler Teşkilâtı’na terörist diyen de Sudeys olmuştu maalesef. Dönemin Suudi Arabistan Kralı Abdullah’ın darbeye verdiği desteği “terörle mücadele” olarak anıp överek hem de…
Bu Ramazanın son on gününde Kâbe’deki teravih ve teheccüd kunutlarında, Sudeys’in “Terörü finanse edenleri kahret Ya Rabbi!” derken kastettiği de Katar’dan başkası değildi. Körfez siyasetçilerinin komşu ülke Katar’a yönelik saldırgan ifadeleri, Sudeys’in dilinde -aynı sözcüklerle- duaya dönüşüyordu.
Tüm bunlar olurken, geçtiğimiz yıl atlattığımız darbe girişiminden sonra, Kâbe’de Türkiye’ye dua edildiği şeklinde çıkarılan asılsız şayiada (evet, üzgünüm, ama Kâbe’de Türkiye’ye dua edilmedi. Türkiye’de edilmiş bir duanın, Kâbe görüntüleri üzerine kaydedildiği bir fabrikasyondu izlediğimiz), sesin Sudeys’e ait olduğu iddia ediliyordu. Lise öğrencisiyken benim kişisel olarak yaşadığım nostaljinin, memleket çapına yayılmış haliydi bu da.
* * *
Kâbe mihrabında hıçkırarak ağlayan adamla ABD’de Trump’a övgüler yağdıran adama bakıp “Hangisi gerçek Sudeys?” diyorsanız, bu sorunun ilginç bir cevabı var: İkisi de aynı şekilde gerçek ve samimi. Çok garip, ama öyle.
Sudeys’in izleyenleri üzen ve şaşırtan zikzaklı yürüyüşü, birbirine hiç karışmayan ve müdahale etmeyen iki ayrı alana bölünmüş bir zihin yapısının ürünü. Bu zihnin bir bölümünde dinî değerler ve referanslar bütün haşmetiyle yer alıyor. Derinlemesine bilgi, huşu, gözyaşı, dua… Bu bölümün malzemeleri hep. Zihnin diğer bölümüyse, bu dinî referanslardan tamamen bağımsız bir şekilde, -neredeyse seküler diyebileceğimiz- referanslarla işliyor. Burada da oportünizm, siyasi eyyamcılık, ‘istikrar sözcülüğü’ adı altında istibdat yönetimlerine hayranlık yer alıyor. Trajik biçimde, bu iki kısım zihinde birbiriyle barışık ve yan yana yaşıyor. Din ve dünyanın birbirinden net bir şekilde ayrışması hali... Laikliğin saf biçimde tecessümü de diyebiliriz.
Suudi eğitim sisteminde ulemâ takımı, bu kafayla yetişiyor. Sultanların emrine girmeye amade olanlar Sudeys örneğinde olduğu gibi en üst makamlara tırmanırken, bu tezgâha gelmemek için direnen ilim adamlarının sonu da toplumdan dışlanmak, hapis ve sürgün oluyor. Onların sayısı da parmakla gösterilecek kadar az zaten.
* * *
Başlıkta “Hocam, nereye?” dedim amma, Hoca da -çok azı hariç- ümmetin âlimlerinin ve bilginlerinin tuttuğu istikamete gidiyor aslında. Bu yazıdaki Sudeys isminin yerine ismi rahatlıkla yazılabilecek çok fazla âlimimizin oluşuna oturup ağlasak yeridir.