
Okuma ile ilkokulda tanıştım. Okul yaşıma gelmeme iki üç sene kala annemin bana okulu allandıra ballandıra anlatmasından olsa gerek büyük bir bilme hevesi ve öğrenme iştiyakıyla başlamıştım birinci sınıfa. Bu heves ve iştiyak vesilesi ile sınıfta, okuma elması ilk kızaranlardan oldum. Annemin deyimiyle “mısırın tencerede patladığı gibi okumayı bir anda sökmüştüm”. Sınıfımdaki arkadaşlarımın kimisi henüz seslerin tamamını öğrenememiş, kimisi de Cin Ali serisini okumaya yeni başlamışken ben bu merhaleleri çoktan aşmış ve “Fareli Köyün Kavalcısı”, “Prenses ve Kurbağa”, “Becerikli Cinler” gibi öykü kitaplarını okuyordum. Sonraları ise okuma hayatım, çocuk dergilerinin çok resimli sayfaları ve Emine Şenlikoğlu, Ahmed Günbay Yıdız, Hasan Nail Canat gibi yazarların; edebiyat meclislerinde isimleri pek fazla anılmayan, merak duygusunu had safhaya çıkaran, çoğunun kurgusu birbirine benzeyen romanlarını okumakla geçti. Bunları hor görmüyorum, bilakis bu kitaplar beni tasvire, betimlemeye ve tahayyüle sevk eden, bu yetilerimi güçlendiren baş tacı kitaplardır. Ancak herhangi bir deneme kitabı yahut Ömer Seyfettin’in Falaka’sı, Diyet’i gibi edebi karşılığı olan öyküleri elime aldığımda ilk sayfadan itibaren canım sıkılır, bırakırdım. Çokça direndiğim kitapta bile okuduğum sayfa sayısı otuzu geçmedi.
Okumaya başladıktan beş - altı sene sonra, kendimce bu işin zirve noktasına ulaştığımda yeni bir sayfa açılmıştı eğitim hayatımda. Ortaokula başlamış, bununla birlikte bir medreseye Kur’an eğitimi için gitmiştim. Zorlu ve yorucu bir iş olduğundan kitap okumaya vakit bulabilmek için uykumdan feragat ediyor, çoğu zaman ranzada kitabımla uyuya kalıyordum. Okumayı bırakamazdım. Birkaç yıl boyunca sınırlarımı zorladım, kitapla olan ilişkimi azaltsam da bitirmedim. Kur’an eğitimimin yarısına geldiğimde bir de Arapça öğrenmeye başlayınca ister istemez kitap okumaya ara vermek zorunda kaldım. Bunun ismi bir “ara verme” idi. Çünkü kitap okumayı bırakamazdım.
Kitaba uzak kalmanın acısı, korkusu günden güne büyüyor ve beni hayli tedirgin ediyordu. Kitaptan uzak kaldığım zamanlarda dünyadan uzak kalarak hayatıma devam ediyormuşum hissine kapılıyordum. Sanki kitap okumayınca beynim örümcekleniyor, vücudum virüslerle kaplanıyordu. Gerçekten böyle hissediyordum. Neyse ki çok geçmeden ilmin Arapça olduğunu anlamış! ve kendimi kandıracak bir bahane bulmuştum: “Ben artık Kur’an eğitimi alıyor ve Arapça öğreniyordum, “âlim” olacaktım. İlim talebesi Türkçe kitaplarla uğraşmazdı…”
Önceleri bu düşünce kitaptan ayrılmanın verdiği ıstırabı dindirmek için bahaneydi. Ancak vakit geçtikçe bende, kitaba karşı ihanet etmiş olduğum hissi kuvvetlendi ve bu düşünce artık suçumu bastırdığım adamakıllı bir gerçek haline gelmişti. Çok sonraları fark ettim, benim okumaya başladığım dönemlerdeki okuma faaliyetim heves ve öğrenme iştiyakımdan değil, biraz rekabetten biraz merak duygumdan biraz da eğlenceden ibaretmiş. Kitapla aramda manevi bir gönül bağı, metafizik ilişki kuramamışım. Kitaptan ayrılış da bu maneviyatın yuvası olan kalbimde sarsıcı bir tesir bırakmamıştı. Okumaya ilk başladığım zamanlarda benimle kitaplar arasında manevi bir bağ oluşsaydı durum çok daha farklı olacak, eksikliği hissedecektim. Elbette bu eksikliği hissetmenin tek yolu bu manevi bağ değildi. Başka yolları da vardı…
Böylece kitap okumadan yıllar geçti. Artık Arapça öğreniminde hatrı sayılır bir mesafe kat etmiş, metinler tercüme etmeye başlamıştım. Ancak bir sorun vardı, çoğu zaman okuduğum Arapça metnin manasını anladığım halde bu manayı kelimelerle ifade edemiyordum. Bu durum bana şunu fark ettirdi: Arapça öğrenmek için önce Türkçe’yi iyi öğrenmek gerekiyordu. Kelimelerin bana verdiği ufuk, Arapça öğrenirken harcayacağım yegâne sermayemdi. Kitap okumayı bırakalı epey zaman geçtiğinden kelimelerden bir ufkum ve dolayısıyla yagâne sermayem yoktu. Kitaplardan ayrıldıktan sonra ders niteliğinde yediğim ilk tokat bu olmuştu. Fakat bu da yetmedi.
İkinci ve daha büyük ders niteliğinde tokadı ise üniversitede karşılaştığım makaleleri okuduğum halde anlayamadığım zaman yedim. Kitap okumadığım yıllar düşünemediğim yıllar olmuştu. Sanki o yıllarda bir örümcek, zihni melekelerimin bütününü ağıyla kaplamış düşünme yollarının hepsini kapatmıştı. Bu tokattan aldığım ders şu oldu: “Kitap düşündürür, düşünme tıkanıklıklarına iyi gelir, neden okumak gerektiğini öğretir. Kitap, okurken öğreten ve neden öğrenmen gerektiğini fark ettiren muhteşem bir dünyadır.”
Şimdi ise düşünce sarhoşluğumu kitaplarla gideriyorum. Kitapları düşünebilmek ve yazabilmek için okuyorum. Okudukça da anlıyorum ki kitap okudukça kendisine doyuran değil, aç bırakan bir gıdadır…