Bu ülkeyi diğerlerinden farklı kılan ne? Kalem dilenen çocuklar, gökyüzüne uzanan mezar taşları, yer altında saklanan saraylar, aslanlarını gezdiren bir kral, kahve kokusu, sıcacık bir gülümseme, küçük çocuğun yarasına yapışmış ölü sinekler mi, yoksa; her kırışığına bir hatıra saklamış suskun, yorgun yaşlı bir kadın mı Etiyopya?
Habeşistan çarpıcı kültürünü, köklü geçmişini, güzeller güzeli kraliçesini unutmuş. Fakirlikle mücadele eden anneler masal anlatmıyor çocuklara. Süleyman ve Belkıs’ın oğlu Kral l. Menelik ahit sandığını Kudüs’ten ülkesine getirmiş getirmesine ama ne gören ne de dokunan var. Habeşistan’ın bir parçası Etiyopya. İnsanlığın ilk görüldüğü, ilk defa çiçek kokladığı topraklar. “Köleler Ülkesi” diye anılsa da hiçbir zaman sömürge olmayan Afrika’nın siyah incisi.
Bu ülkeyi diğerlerinden farklı kılan ne? Kalem dilenen çocuklar, gökyüzüne uzanan mezar taşları, yer altında saklanan saraylar, aslanlarını gezdiren bir kral, kahve kokusu, sıcacık bir gülümseme, küçük çocuğun yarasına yapışmış ölü sinekler mi, yoksa; her kırışığına bir hatıra saklamış suskun, yorgun yaşlı bir kadın mı Etiyopya?
Alev alev yanan çöllere, tuz kayalıklarına gitmedim. Kuzeye, tarihe, gizeme yolculuktu benimkisi. Kubbeleri gölgeleyen yüksek binaları arkamda bırakıp Afrika’nın mor çiçekli yarı çıplak ağaçları, jakarandalar ve okaliptüsler arasından tırmandım Entoto Tepesi’ne. Kadınlar kendilerinden büyük balyaları sırtlarına bağlamış yokuş yukarı iki büklüm ilerliyorlardı. Tropik yağmur başladığı gibi bir anda durdu ve ben bulutlara yaklaştıkça onlar da bana yaklaştı. ll.Menelik’in başkenti “Yeni çiçek*” yavaş yavaş küçülürken Afrika’yla Anadolu platosunun birleştiği Rift Vadisi önümde uzanıyordu.
Müzede beş kralın beş farklı tacı tahta pervazlı bir vitrine dizili. Elektronik korumalar, silahlı güvenlikler yok, geçmişi günümüze taşıyan değerler öylece, bir dükkandaki çantalar gibi sıralanmış. Kulaklığımda Lucy’ye adını veren Beatles’ın parçası... Rehberin ağzı kıpırdarken kadınların etekleri hışırdamıyor, şişman adamın ayakları tüy kadar hafif. Bir iskelet için bundan daha romantik bir isim töreni olamaz. Kırık çanaklar arasından çıkan, soluk, lekeli milyonlarca yıl dünyanın kahrına dayanmış kadın kemikleri parça parça uzanıyor önümde, beklediğimden ufak tefek ve eksik. Lucy’nin yanında yatan, bir milyon yıl daha yaşlı Ardi’nin ne şarkısı ne de ünü var. Ben gömülüp unutulduğum yerden arkeologların fırçasıyla sökülüp alınmak, bu da yetmezmiş gibi cam bir kutuda kocaman açılmış meraklı gözlerin iğneleyici bakışları altında sergilenmek istemezdim. Kemiklerim eriyip toprağa karışmak için sızlar, titrer, her gün biraz daha eksilirdi.
Addis Ababa’da yapılan ilk kilise Meryem’e adanmış, yabancılar giremiyor içeri, mor ve mavi önlüklü kız çocukları koşturuyor bahçesinde. Hristiyan bir rahip kapıda oturmuş Eski Ahit okuyup isteyene kutsanmış haçı öptürürken yavaş yavaş doluyor kumbarası. Mukaddes Tuva Vadisi’nde yürüyen Musa gibi ayakkabılarımı çıkarıp giriyorum St. George Katedraline. Uzun uzun secde ediyor başı kapalı genç kızlar ve ben daha önce görmediğim, İskenderiye’den, Falaşiler’den ve Tanrı doğuran Meryem’den etkilenmiş bir Hristiyanlıkla karşılaşıyorum. Gece onda başlayıp üçte biten elli günlük oruç ayındalar. Hayvansal her şey yasak. Tanıştığım Etiyopyalılar ise yemek söz konusu olduğunda çok da dindar değil.
Türkiye Konsolosluğu’nun terasında yudumluyorum çayımı; geniş bahçesi, baharda renklenen ağaçları ve dalgalanan Türk bayrağıyla ülkemin yabancı bir kıtada ki toprağında. Sonra Haile Selassie’nin sarayına, Etiyopya’nın ilk üniversitesine gidiyorum. Mercado ise açık pazardan çok dev bir çöplüğü anımsatıyor. Evlerin çatılarına yığılmış rengarenk plastikler, eski araba tekerleri, tezgâhlara yığılmış tencereler, mangolar, ayakkabılar... Üst üste konan on sünger yatak kendi kendine yol alıyor pazarda; iki büklüm olan satıcı yalpalamasa hayaletler taşıyor zannedeceğim. Fotoğraf çekmek için inmeme izin vermiyor rehber. Pis, yırtık bir terlik hızla camdan içeri girene kadar çektiğim fotoğraflar da anlatamıyor bu kargaşayı.
*Adisababa