M. Nedim Tan
Maria Rosa Menocal, Dünyanın İncisi -Endülüs Modeli- (Çev. İhsan Durdu), Etkileşim Yayınları, 2006
Endülüs... Bizler için hem bir iftihar sebebi hem de bir hüzün kaynağı... Endülüsle iftihar ederiz, çünkü medeniyetimizin zirvelerine beşik olmuştur. Elhamrâ Sarayı ve Kurtuba Camii dendiğinde örneğin ya da Muhyiddin ibn-i Arabî (1165-1240) anıldığında bu coğrafyanın bize ne büyük değerler kazandırdı-ğını derinden hissederiz. Endülüs, insanî farklılıkları günümüzdekinin aksine görmezden gelmeyip bün-yesinde kaynaştırmasıyla bir medeniyet kaynağıydı. Öyle bir kaynaktı ki, ne zaman hatırlansa zihinlere yeni ufuklar açtı, hayalleri besledi... Fakat aynı zamanda Endülüs bir hüzün kaynağıdır: Çünkü sekiz yüzyı-la yayılan bereketli ömrünü kendisinden iz kalmayacak denli zulme uğrayarak tamamladı. Arkasında derin bir hasret bıraktı. Öyle ki, Endülüs’ün İspanya yarımadasında izi silindikten sonra İslâm tarihçileri ne zaman Endülüs kelimesini ansalar, ardına “Allah tez zamanda tekrar müslümanlara kazandırsın” ifadesi-ni eklediler. Ama müslüman dünya ile Endülüs’ün arası bir kere açıldı ve bir daha kapanmadı. Endü-lüs’ün ömrünü tamamlayışı, -Osmanlı hariç- dünyada insanî çeşitliliği benimseyip hazmeden medenî tavrın artık tükendiğinin de bir ifadesi sayıldı.
Mevlânâ, Mesnevî’de “O ki gül devri geçti ve gül bahçesi artık harab oldu. Öyleyse bize gül koku-sunu gül suyundan almak düştü” der. Endülüs için de gül devri ve gül bahçesi artık geçti, ama onun hoş kokularını hala tarihin sayfaları arasında alabiliyoruz. Nitekim XVII. yüzyıl İslâm tarihçisi Makkarî, eserine Nefhu’t-Tîb min Gusni’l-Endelüsi’r-Ratîb ismini vermişti: Yani, “Henüz taze olan Endülüs dalından hoş bir koku”. Menocal’in Dünyanın İncisi adlı kitabı da bu hoş kokudan bir nebze sunuyor, hem de akademik tarih metinlerinin insanı nefessiz bırakan tarzına saplanmadan; siyasî hesaplaşmaların bitip tükenmek bilmez ayrıntılarında muhatabını boğmadan. Kronolojik anlatımın yorucu havasından uzak, öyküleyici bir üslupla, Endülüs’teki yaşama kültürünün taşıdığı anlamları okuyucusuna yansıtıyor. İşte Menocal’in En-dülüs’e dair tanıklıkları: “Kültürle ilgili tutumların bu geniş ağı ve bu ağın sembolize ettiği entelektüel zenginlikle ilgili olarak belki de sadece halifenin (bir sayıma göre) dört yüz bin cilt tutan kütüphanesi bir fikir verebilir ki, o tarihlerde Hıristiyan Avrupa’nın en büyük kütüphanesindeki kitapların sayısı büyük bir ihtimalle dört yüz elyazma-sını aşmıyordu... Kurtuba kütüphanesinin sadece katalogları kırkdört cilt tutmakta ve bu ciltlerde kütüp-hanecilerin altı yüz bin cilt eserle ilgili olarak kaleme aldıkları kitap künyeleri yer almaktaydı.” (s. 35) “Onikinci yüzyılla birlikte, çeviriler için duyulan açlık bir çok nedenden dolayı daha da fazla hissedilmeye başladı. Latin Hıristiyan toplulukları, giderek artan bir şekilde, Arap kütüphanelerindeki teknolojik ve kültürel zenginliklerin farkına vardılar.” (s. 200)
“ ‘Kendi dillerini unuttular’ diye yakınmaktaydı Alvarus; zira, Kurtubalı Yahudiler gibi, Kurtubalı Hıristi-yanlar da -İslâm’da değil- Arapça’da, kendi dinlerinin dili olan Latince’nin karşılamayadığı ihtiyaçları net olarak karşılayan bir şey bulmuşlardı. Arapça, insanların -felsefeden aşk şiirine ve bunların arasındaki şeylere kadar- sadece din dışı olmakla kalmayıp dinle çelişmesi de sözkonusu olabilen tüm söylemek, yazmak ve okumak istediği şeylere duyduğu şiddetli sevgiyle insanları ayartmaktaydı.” (s. 69)
“İslâmî tarzları takdir etmekte ve hatta sevmekte olan ortaçağ Hıristiyanları için, Arapça, Müslümanlarla siyasî düşmanlık ve dinî rekabet içinde olmaları durumunda bile ne korkulan ne de aşağılanmayı hak eden bir dil haline geldi.” (s. 283)