Abdullah Sert ağabey mikrofonla “besmele ve kelime-i şahadeti” yüksek sesle tane tane okuyarak bütün oradakilerin tekrar etmesini istedi. Hakikaten yüksek sesle hep beraber kelime-i şahadetin tekrarlanması, insanın iliklerine kadar işliyor, bütün hücrelerini canlandırıyor, farklı bir heyecan oluşturuyordu.
Geçen ay Abdullah Sert, Abdüllatif Başaşcı ve Abdülkerim Erdal Türk beyler ile birlikte Burkina Faso ve Mali’ye seyahatlerimiz oldu. 1998 yılından itibaren muhtelif Afrika ülkelerine onlarca seyahatte bulundum. Değişik vesilelerle gittiğim bu seyahatlerde çok güzel hatıralar yaşadık. Bazen dramatik hadiselerle karşılaştık, bazen oradaki insanların zor şartlardaki hayatına bakarak Allah’ın bizlere verdiği nimetlerin farkına varmaya gayret ettik. Verilen nimetlerin karşısında aczimizi itiraf edip gereken şükrü eda edememenin sorumluluklarını hissettik. 10 yaşındaki zayıf, çelimsiz, incecik bacaklarıyla 5 kilometre uzaklıktan kafasında götürdükleri tencerelerle su taşıyan kız çocuklarına yolda rastladığımızda hep içinde bulunduğumuz nimetleri derin derin düşündük. Bu nimetlere karşı şükretmek üzere kendi kendimize sözler verdik. Tıpkı bir seferinde Afrika’ya kurban organizasyonu için gönüllü gidip dönen ve döndüğünde hissiyatını bizlerle paylaşan Balıkesirli genç bir kardeşimizin “Bizler Anadolu topraklarında doğduğumuz için bir bedel ödemedik. Ama Afrika’ya gidip geldikten sonra anladım ki Anadolu topraklarında yaşamanın bir bedeli varmış. Şimdi o bedeli ödeme zamanı” dediği gibi bizler de Afrika’ya yaptığımız her seferde yeni sorumluluklar yüklendiğimizi ve onun gereğini yerine getirmenin lüzumunu anladık.
Bu seyahatimiz çok farklı hissiyat ve duygulara vesile olduğu için oldukça etkileyiciydi. Oradaki kardeşlerime ve Türkiye’ye döndükten sonra hatıralarımı paylaştığım bütün dostlarıma şöyle dedim: “Afrika’ya benim onlarca seyahatim oldu. 53 yaşındayım. Kendimi bildiğim andan itibaren bu kadar güzel duygular hissettiğimi, manevi lezzet aldığımı hatırlamıyorum. Hatta insanın milyarlarca lirası olsa, kariyeri, idari gücü ve birçok yardımcısı olsa, böyle bir program yapmak istese yaşadığımız bu manevi hazzı ve iklimi elde etmesi ve buna ulaşması mümkün olmaz. Bu tamamen Cenab-ı Hakk’ın bir lütfu ihsanı.”
Programımızda Burkina Faso’daki Aziz Mahmud Hüdayi Vakfı gönüllülerinin hizmet birimlerini ziyaret vardı. Ayrıca oradaki eğitimcilere muhterem Abdullah Sert, Abdüllatif Başaşcı ve bendenizin hizmet içi eğitim seminerlerimiz oldu. Orada birçok kardeşimizle görüştük, birlikte yemek yedik, sohbet ettik, dertleştik, birçok konuyu müzakere ve istişare ettik. Çok güzel ve nitelikli birlikteliklerimiz oldu elhamdülillah.
200 yatılı kapasitesi olan ve 3. dönem mezunlarını verip bu güne kadar 60’ın üzerinde üniversiteye öğrenci gönderen Burkina Faso erkek imam hatip öğrencileriyle hasbihalimiz oldu. Kız imam hatip lisemizin bahçesinde 400’ün üzerinde kız öğrencimize Abdullah Sert ağabeyimizin hasbihali oldu. Oradaki kreşte okuyan 4 yaşındaki bir kız çocuğunun tamamını ezbere okuduğu esmaü’l hüsnâ (Allah’ın 99 güzel ismi) bizleri gerçekten etkiledi ve hislendirdi. Bu tablo, yeni bir neslin tohumunun atıldığı ve meyve vermeye başladığı anlamını taşıyordu.
Topluca Müslüman Olan Köy
Ama asıl bizleri derinden etkileyen daha başka bir program vardı. Kardeşlerimiz 3 günlük Burkina Faso programının bir gününü başkent Vagadugu’nun dışında, bir köyde yapmayı planlamışlardı. Burası 600 kişinin yaşadığı bir köydü. Baş şehre yaklaşık 200 km uzaklıktaki bu köy halkının tamamı animist, yani putperestti. Biz bu köyün topluca Müslüman olma programına iştirak ettik.
2 Mart Perşembe günü Burkina Faso’daki hizmetleri koordine eden Remzi Şeker Bey ve mütevellisi ile beraber iki araba erkenden yola çıktık. Yanımızda Türkiye’den gelen kardeşlerimizle beraber oradaki hizmetlerin başlamasına vesile olan ve halen büyük bir fedakarlıkla çalışan Burkina Faso’lu Nuh Savadugu ve bazı yerli kardeşlerimiz de vardı. Yolda bir ağacın altında hep beraber sabah kahvaltısını yaptık. Yaklaşık 2,5 saatlik bir seyahatten sonra Sanguie köyüne vardık.
Bütün köylü bizi orada karşıladı. Başlarında kralları, erkekler, çocuklar, gençler bizi bekliyorlardı. Kerpiçten yapılmış küçük bir kulübenin yanında üzeri yapraklarla kaplanmış bir gölgeliğin altında, hanımlar ise yaklaşık 50 metre arka tarafta bir ağacın altında toplanmışlardı. İçlerinde yaşlı ninelerden, genç kızlara kadar değişik yaşta hanımlar vardı. Hatta bazıları 3-4 aylık çocuklarını kucaklarına almış bazıları da sırtına sarmış olan anneler büyük bir heyecanla misafirlerini bekliyordu.
Tıpkı asr-ı saadetteki gibiydi. Efendimiz’in (s.a.v.) İslam’ı anlatmak ve bir kişinin hidayet bulması için çarşı ve pazarlara gitmesi, panayırlara gelenlere İslam’ı anlatması, Taife gitmesi gibiydi. Sanki oradan bir esinti ve rayiha, Sankuie köyünü kaplamıştı. Farklı olan şey sadece zaman, mekan ve şahıslardı. Dava aynı, misyon aynı, heyecan aynıydı. Hissiyatlar ve duygular da aynıydı. Bütün mesele “i’la-yı kelimetullah” davasıydı. Yani “Allah’ın kelimesini (lâ ilâhe illellâh’ı)” yüceltme” nin bilinciyle onu başka yüreklere taşıma ve buluşturma çabasıydı.
Bu köyün putperestliği bırakıp Müslüman olmasına Süfyan isminde yakın köyde yaşayan Müslüman bir kardeşimiz vesile olmuş. Süfyan Nuh’un arkadaşı ve Remzi Beylerle iletişim halinde olan, kurbanlarda kendisine ve köyündeki insanlara et yardımı yapılan, Ramazanlarda iftar programı yapması için destek olunan, köyüne su kuyusu açılarak desteklenen bir kardeşimiz. Süfyan kardeşimiz, bu köyün kralıyla (bize göre ağasıyla) olan görüşmelerinde İslam’ı ona anlatmış ve onun İslam’ı kabul etmesiyle köy halkının tamamı Müslüman olmuş. Süfyan Beyi ve bu köyün Müslüman olmasında katkısı olan bütün kardeşlerimizi tebrik ediyor ve onlara gıpta ediyoruz. Zira Efendimiz (s.a.v.) “Bir kişinin hidayetine vesile olmak güneşin doğup battığı her şeyden yani dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır” buyurmuştur.
Program gereği önce yerlilerden birisi selamlama konuşması yaptı. Konuşmacı, “Uzaklardan, Türkiye’den gelerek Allah için bizleri ziyaret eden kardeşlerimiz bizleri çok mutlu etmiştir, onurlandırmıştır” diyerek bizlere uzun uzun teşekkür etti. “Uzun zamandır sizleri bekleyen bu halkı daha fazla bekletmek istemiyorum” diyerek sözünü tamamladı. Sonra Nuh kardeşimizin kısa bir konuşmasından sonra Abdullah Sert ağabey mikrofonla “besmele ve kelime-i şahadeti” yüksek sesle tane tane okuyarak bütün oradakilerin tekrar etmesini istedi. Hakikaten yüksek sesle hep beraber kelime-i şahadetin tekrarlanması, insanın iliklerine kadar işliyor, bütün hücrelerini canlandırıyor, farklı bir heyecan oluşturuyordu. Farklı hayallere dalmanıza vesile oluyor bu durum. Sanki asr-ı saadette Efendimiz (s.a.v.) ve ashabıyla birlikte Dârü’l-Erkam’da olduğunuzu hissediyorsunuz. Öyle ki o an, insanın çok farklı duygulara kapıldığı ve yaşadığı o manevi hazzın hiç bitmesini istemediği bir ana dönüşüyor.
Sonra kralın teşekkür konuşması ve hediye takdimleri gerçekleştiriliyor. Hediyeler içinde takke teşbih, gül yağı, seccade, şeker, tatlı, çocuklara balon, vs. bulunmaktaydı. Ama bana göre en anlamlı hediye sanki beyaz takkelerdi. Zira kral ve bazı büyükler kafalarındaki fötr şapkaları çıkarıp beyaz takkeleri giyince bambaşka bir şahsiyet ve kimliğe büründüklerini hissettik. Zaten kelime-i şahadetten sonra kalplerindeki iman nurunun yüzlerine yansıdığını hepimizin ittifakla müşahede ettiğimiz bu güzel insanların, beyaz takkeleri giyince daha bir nurlandığına şahit olduk.
Hissedilir Ama Anlatılmaz...
Öğle namazına yarım saat vardı. Programımızın kalan hissesinde bir yıl önce Müslüman olmuş başka bir köyü ziyaretimiz vardı. Aslında vakit biraz daralmıştı. Program açısından namazdan önce yola çıkmamız daha uygundu. Ancak Abdullah ağabeyimiz; “Hayır! bizler bu yeni Müslüman olan kardeşlerimizle mutlaka öğle namazını beraber eda etmeliyiz” buyurdular. İyi ki de onlarla beraber kıldık. Namaz öncesi abdestler alındı. Bu arada var olan 3-5 tane hasır yere serildi. Çoğu toprak üzerinde namazını kıldı. Namazdan önce Türkiye’den gelen ve Burkina’daki imam hatip lisesinde idarecilik ve öğretmenlik yapan Said Şimşek kardeşimiz, yaklaşık 20 dakika yanık sesi ve güzel kıraatiyle Kur’an-ı Kerim tilavet etti. Çıt çıkmıyordu. Her kes büyük bir dikkat ve huşu ile Kur’an’ı dinliyordu. Sadece rüzgarın sesi duyuluyordu. Rüzgarın yerden kaldırdığı toz ve kumlar, yüzümüze, gözümüze, üstümüze bulaşıyor ama biz bundan rahatsızlık duymak bir tarafa derin bir lezzet duyuyorduk. Sonra ezan okundu, kamet getirildi ve büyük bir huşu ile öğle namazımızı eda ettik. Tabii bu esnada yaşadığımız manevi lezzetin kelimelerle izah edilmesi gerçekten mümkün değildi. Hani “hissedilir anlatılamaz” denilir ya işte öyle bir şey.
Bu hayırlı hizmetleri yapan, destek olan, vesile olup bize bu manevi hazzı yaşatanlardan Allah razı olsun. Her birine ayrı ayrı teşekkür ediyorum.
Tabii o gün çok sevindik. Ancak büyük bir sorumlulukla ülkemize döndük. Zira bu garip kardeşlerimiz Müslüman oldular ama onların ibadet edecek bir mescitleri yok. Abdest alacak suları (kuyuları) yok, bunların bir an önce onlara yapılması lazım. Bu durum, hiç şüphesiz imkanı olanların üzerine bir sorumluluk yüklüyor. Ayrıca onlara İslam’ı öğretecek erkek ve bayan muallimelere ihtiyaçları var. Onların kitaplara (elif bâ, Kur’an-ı Kerim ve itikat, ibadet, ahlak kitabına) ihtiyaçları var.
Maddi, manevi desteklerimizle her birimiz, bu hayır pazarında belki bir kelime, bir harf, bir nokta olarak hem mesuliyetten kurtulur hem de büyük ecirlere nail olabiliriz.