Evliya Çelebi ”Bir sincap İstanbul’dan çıksa Erzurum’a kadar ayağı yere değmeden gider” dese de artık ağaçlar eskisi gibi sık değil. Karla kaplı ormanlık yollardan geçen tek araçtı bizimki ve eğer bu diyarda sincap kaldıysa bir kovuğa saklanmıştı.
Annemin karnındayken nasıl bağlıysam ona, geçmişe, atama ve hatıralara öyle su gibi, hava gibi ihtiyaç duyarım. Kadınhan’da otların büyüdüğü unutulmuş bir mezarlıkta dedemin babasına Fatiha okurken belki soğuk bir şerbet belki de yasemin kokusu sunulur. Bu sır semada saklı. Emin olduğum tek şey, o sıcacık duygunun beni hemen orada kucaklaması. Babamın anlattığı hikayeler canlanır gözümde. Sürgündeki padişaha borcunu ödemeyen emanetçiye dirhemleri bir bir saydırmak için Viyana’ya kadar giden gözü kara adam, Erenköy’deki köşkün bahçesine memleketinden Kur’an hocasını getirtip bahçıvan kulübesinde çocuklarının din eğitimine devam eden baba, işsiz kalan hattatı, garibanı kayıran kocaman bir gönül... Hüve’l-Hallâku’l-Baki yazısına bakarken bir mezar taşına hasret, annesinin kokusunu hatırlamayan çocuklar düşer aklıma. Dedemin göçüp geldiği bu topraklar çeker beni. Şanslıyım, doğduğum şehirde kök salıp evimin köşelerine, ıhlamur ağacının dallarına anılar sakladım.
Ne Türkmen iskânının izlerini aramaya ne de Osmanlı’nın bu ücra köşeyi neden derbent seçtiğini araştırmaya geldim. Bugün atasını ziyarete gelip mezarındaki huysuz otları temizleyen bir torunum. Çeşmeden akan suda, caminin mermer ayakkabılıklarında, gariplerin gönlünde buldum onları.
Ve yeniden güneş doğduğunda Beyşehir’e doğru yola çıktım. Yığma taş evlerin yanından geçtim; soğuk girmesin diye kapalıydı panjurlar. Üç bin yıllık Hitit anıtı bir köyün ortasında sıkışıp kalmıştı. Fırtına ve güneş tanrısı dikildi ayağa ve dans etti cinler. Boğa adamların boynuzlarında kan, eteklerinden sular fışkıran yer altı tanrıları kızgın. Tuthalia’nın yaptırdığı Arimmata Çeşmesi yine bir İngiliz* tarafından keşfedildi. Eflatunpınar ılık ılık akıyordu karlar arasından, üşüyen ellerimi ısıttım berrak suda. Kazlar, tavuklar sağa sola koştururken iki köylü kadın çuvala doldurduğu örgülerle yalpalayarak geldi antik çeşmenin başına ve karların üstüne boşalttılar emeklerini. Benim payıma oyalı bir yemeni ve birkaç eldiven düştü.
Kim bilir bu havuzun başında kaç genç kız, kaç dertli kocakarı çaputa dileğini üfleyip bağlamıştı kuru bir dala. Ağaç sallandıkça isteklerinin rüzgar tanrısına ulaştığına inandılar. Oysa sadece bir nefesti havaya karışan.
Evliya Çelebi ”Bir sincap İstanbul’dan çıksa Erzurum’a kadar ayağı yere değmeden gider” dese de artık ağaçlar eskisi gibi sık değil. Karla kaplı ormanlık yollardan geçen tek araçtı bizimki ve eğer bu diyarda sincap kaldıysa bir kovuğa saklanmıştı.
Beyşehir Gölü yer yer donmuş. Eşrefoğlu Camii beline kadar kara gömülü. Soğuk, beyazın güzelliğine saklanan yakıcı güç, bir karınca sürüsü kadar kıvrak ilerliyor vücudumda, tırnaklarımdan süzülüyor içeri, oradan kuruyup çatlayan tenime, secdeye değen alnıma, dudaklarıma, kirpiklerime, kalemin ucunda bekleyen kelimelere dokunup ateşini, açtığı yaraları, ürpertisini bırakarak yavaş yavaş uyuşturuyor beni. Safa duruyor cemaat. İyice yanaşıyorum yanımda duran kahvecinin karısına, odun ateşinin isi kokuyor kazağı. Ayağındaki örgü çoraplarda gözüm kalıyor. Caminin göle yatırılıp fırınlanan sütunları 800 yıldır ayakta duruyor, elli yıl öncesine kadar çatıdan havuza düşen karlar nemi düzenleyip ahşabın kuruyup çatlamasını engellemiş. Çinilerle süslü mihrabı, mozaiklerle kaplı kubbesi, parmaklarımı üstünden alamadığım minberi ve solmayan kökboyalı kalem işleri bir arada, fazlalık olmadan değerini arttırıyor caminin. İtikaf bölmesi zarif kafeslerle cemaatten ayrılmış Ramazan’ı bekliyor.
Dağa mezar taşı yağmış Sille’de. Karın üstünde birer gölge hepsi. Hristiyan’ı, Müslüman’ı yan yana uzanmış, kiminin boynu bükük, kiminin köşesi kırık. Irmak donsa da içten içe çağlıyor sular. Konstantin’in annesi Helena Kudüs’e giderken bu şehirde dinlemiş ve bir kilise yaptırmış bu topraklara. Mevlevi dervişler Silleli Hristiyanları kendi taraflarına çekmek için çok uğraşmışlar. Özgür yaşamak, rahat ibadet etmek için ayrılmış mahalleler. Mübadelede evini, anısını, anneannesinin gelinliğini, dedesinin elyazmalarını bırakan genç kadının gözü çeyiz sandığında kalmış. İşlediği iğne oyalı mendil bir Türk gencinin göğsünde. Bir zamanlar Mevlana’nın gelip ders verdiği öğrenciler yok. Rüzgârın sürüklediği kar taneleri mağara evlerin boş odalarını doldurmuş.
Bu şehrin anıları sonbaharda dökülen yapraklar kadar çok, bir tanesi penceremden içeri süzülüp kitabımın açık sayfalarına düşse, hikayeler yavaş yavaş değişir, sararır, kızarır, hüzünlenir, binalar yıkılır, binalar dikilir, geçmiş ve gelecek birbirine karışır.
*Hamilton