Söze Ziya Paşa’nın bir şiiriyle başlayalım: “Âdeme âdem gerektir âdem etsin âdemi”
Âdem âdem olmayınca âdem netsin âdemi”Evet, nitelikli bir adam, çoğu zaman nitelikli bir adamın yanında yetişir. Eskiler buna “İn’ikas ve insibağ tarikiyle kemâle ermek” derler. Yani “Yansıma ve boyanma yoluyla olgunlaşma” demektir. İnsan, bebeklik döneminde konuşma ve bir dizi davranışları taklitle öğrendiği gibi ileriki yaşlarda da birçok beceri, davranış ve ahlâkı taklitle öğrenir. Ustalık bir ustanın yanında, liderlik bir liderin yanında daha sıhhatli ve daha kısa yoldan gerçekleşir.
Fakat her insan, adamlık aşılayamaz. Kimi insanın yanında bodurlaşır, kiminin yanında ise çınarlaşırsınız. Buradaki seçiminiz son derece önemlidir.
Adam yetiştiren adamlar;
Cömerttirler,
İnsana saygılıdırlar,
Nezaketlidirler,
Yükünü taşıtmak değil, yükünü almak isterler,
Kıskanç değillerdir,
Yürekleri geniştir,
Yapmacık değil samimidirler,
Affedicidirler,
Samimi uyarıcıdırlar,
Öğreticidirler,
Güvenir ve yetki devrederler,
Kabiliyetlerinizi keşfeder ve gelişim fırsatları verirler,
Gerektiğinde baba, abi, arkadaş, muallim ve mürebbidirler,
İhsanları sizi köleleştirmez, hürriyetinizi gasp etmezler…
Böylelerinin hizmetinde, yanında ve yakınında bulunmak bir insan için ne büyük bir nimettir!
Öyleleri de vardır ki, insanı yetiştirmek bir yana onu budayan ve hatta bodurlaştıran kimselerdir. Böyleleri:
Cimridirler,
Bencil ve nefsânî hesapların adamıdırlar,
Hasetçi ve kibirlidirler,
Gösteriş meraklısıdırlar,
Herkesi kendilerine hizmetçi bilirler,
Başkasının tekâmülünden rahatsız olurlar,
Öğretici değil öğütücüdürler,
İnsana saygıyı değil baskıyı âdet edinmişlerdir,
Güven duyguları zayıftır ve yetki devretmezler,
Hayata olumsuz bakarlar,
Ayıp örtücü ve affedici değillerdir.
Böylelerinin yanında değil yakınında bile bulunmak kişiliğe zarar verir. Bu makule kimselerin yanında insan değil, ot bile yetişmez.
Rahmetli Doç. Dr. Selçuk Eraydın Bey “adam yetiştiren adam” örneği olarak Mahir İz Hoca’yı anlatıyor:
“Mâhir İz Hoca maaşından başka geliri olmadığı halde, zenginden ziyâde zengin davranır ve sohbete gittiği yerlere, duruma göre ya bir paket çay, bir kilo şeker götürür ya da masrafı kendisi öderdi. Adam kullanmayı ve beleşçiliği sevmezdi.
Bazan beni bir yerlere gönderirdi, “falan yerden şunu al gel” diye. Bu vazifeyi verir ve arkasından da: “Al şu harcırahını!” der, elime ayrıca bir para tutuştururdu, oraya gidip gelme ücreti olarak!
“Hocam, ben zaten oradan geçiyorum, yolumun üzeri!” diye itiraz etmeye çalışırdım, ama, kabul ettirmek imkansız. Mahir Hoca ısrarla;
“Evlâdım al şu harcırahını! Tarîkat-ı Furkaniyye’nin (Kur’an yolunun) esası bu evlâdım! Ben bu iş için oraya gitmek zorunda mıyım? Zorundayım. Oraya kadar gidip bu masrafı edecek miyim? Edeceğim. E sen yolunun üzeri de olsa, beni oraya gidip gelme zahmetinden kurtarıyorsun evlâdım! Al şu parayı.”
Bir de teşekkür ederdi. Mümkün değil, belli bir harçlık vermeden hiç kimseyi hiçbir yere göndermezdi.”
Uzun süre devam eden dostluk, arkadaşlık, ortaklık, hoca-talebe ya da idareci-personel ilişkilerinin temelinde, hiç şüphesiz saygı, adalet ve empati yapabilme kalitesi vardır. Özellikle kişisel menfaatleri adına, birilerini kullanma alışkanlığı, kimden ortaya çıkarsa çıksın, ilişkileri soğutan, hatta zamanla buğza ve düşmanlığa kadar götüren bir mahiyet arz eder.
Hiç kimse kullanılmak istemez. Ancak dâvâ ve hizmet adına, herhangi bir kişiselleştirme söz konusu değilse, diğer bir ifadeyle hizmet adı altında nefsi parlatma, öne çıkarma ya da palazlandırma gibi bir hissiyat oluşmuyorsa, hizmetin hükmî şahsiyeti ön planda ise bu durumda karşılıksız taleplerde bulunmak son derece tabiidir.
İnsan elbette Hak yolunda karşılıksız koşabilmelidir. Hizmet eri böyle düşünmeli. Ancak hizmeti veren de hizmet erini daima koruyup kollamalı. İstismarın kokusu bile ilişkileri bozmaya yeterlidir. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi hocalarından Yaşar Fersahoğlu Beyin şöyle bir dörtlüğünü hatırlıyorum:
Gördüm ilim erbabını
Atmışlar ilim babını
Herkes kendi hesabını
Yapar Allah deyu deyu
Yaşar Bey hocamıza bu sözleri söyleten manzaralar nelerdir bilinmez. Ancak buradan hareketle şunu ifade edelim ki, ilim, irfan, dâvâ ve hizmet yolunda ulvî duyguları nefsânî hesaplara feda etmemelidir. Kul hakkı sadece mal ile alakalı değildir.
Hasan Sezâî Hazretleri, halifesi Mehmed Dede’ye gönderdiği bir mektupta şöyle buyurur:
“Oğlum! Canım! Hak Teâlâ’nın feyzine ve keremine dâima mazhar olup, an be an terakkide olasın. Bir an nefsine rahat vermeyip mücâhededen uzak kalmayasın ki, müşâhedenin yurdu mücâhededir. Bir yeri zirâat etmeden tohum eksen, bir şey hâsıl olmaz. Tâlibleri daima mücâhedeye teşvik edip seher vaktine riâyet edesin ve ettiresin ki ilâhî füyûzâtın geldiği vakit o vakittir. Teveccühünde, gayriyet komayıp bizimle ayniyet bulasın. Yolumuz birlik yoludur. Cenâb-ı Allah’ın o kadar feyz ü keremine mazhar olmanı isterim ki yanında naçiz bir katre olayım.”
Çırağını kıskanan usta çoktur. Yerimi alacak diye ekibin öne çıkan başarılı elemanlarını geri bırakıp gözden düşürmek isteyen, dar gönüllü idarecilere de sıkça rastlanılır. Fakat kâmil ve ârif insanların gönül iklimi, “şerh-i sadr” (gönül açılması) nimetine mazhar olduğundan, onlarda bu nevi hamlıklar görülmez.
Onlar, yetişmesine vesile oldukları kimselerin terakkilerini, kendileri için şükür vesilesi sayarlar. Bu güzel niyetleri ve davranışları sayesinde de, onların sâlih amellerinden amel defterlerine ecirler yazdırırlar.
Esasen bir insan, yanındakini büyüttüğü kadar büyür. Meyveli ağaç haline dönüşür. Büyümüş insanlardan hürmet görecek bir konumda olmak, hiçbir zaman küçümsenecek bir seviye değildir. Ancak küçük hesaplar peşinde olanlar, bu nevi büyük düşüncelere sahip olamazlar.