Dünyamız ve ülkemiz: Kişi, kurum ya da durumların isimlendirilme yoluyla yeniden tanımlanması üzerinden yürütülen pek çok savaşa sahne olmakta hâlihazırda. Lakin asıl mesele şu ki; pek çoğumuz bunun bir savaş olduğunun farkında değil hâla...
Ebu Cehil: Cahillerin babası... Nasıl bir insan, evladına böyle bir isim takar ki?! Bu soru, yıllarca aklımın bir köşesini meşgul etti hep. Sonra bir gün -en fazla bir sene evvel- Ebu Cehil dediğimiz kişinin, asıl adının Amr b. Hişâm el-Muğira olduğunu öğrendim. Şaşırdım: Gayet normal bir Arap ismiydi. Sonra kafamda daha önemli bir soru belirdi: Adı Amr (Ömer) olan birini biz hep neden Ebu Cehil olarak tanıdık? Neden bütün İslami kaynaklarda; bu şahsın adı “Cahilliğin babası” anlamına gelen Ebu Cehil şeklinde geçiyordu?
Bu yazıyı okuyan ortalama bir ateist, aynı soruya; muhtemelen “yobaz kini” şeklinde bir açıklama getirecektir. İlk bakışta Peygamber Efendimiz`e (s.a.v.) bu kadar hakaret ve düşmanlık eden birine karşı Müslümanların duyduğu kızgınlığın bir yansıması olarak değerlendirilebilir gerçekten de… Haklı olarak. Oysa ben başka bir şey diyeceğim; durumu muhtemelen pek azınızın öngörebileceği bir şekilde tanımlayacağım şimdi!
Ben bu işi “mükemmel bir siyasal iletişim” uygulaması olarak görüyorum. Kusursuz işçilik! Ve bu örnekten; şimdilerde yakınından bile geçmediğimiz bir ilmin, vaktiyle asıl sahibinin biz (Müslümanlar) olduğumuz sonucunu çıkarıyorum. O ilmin adı en genel ifadeyle: Kitle iletişimi. Şimdilerde; gelişiminin doğal sonucu olarak çeşitli alt disiplinlere ayrılmış durumda: Görsel iletişim, pazarlama iletişimi, siyasal iletişim ilah **… Yukarıdaki örneğin etkileyiciliğiyse iletişimde; konumlandırma (positioning) dediğimiz uygulamanın, bundan yaklaşık 1400 yıl önce bu kadar mükemmel bir şekilde tatbik edilmiş olmasından kaynaklanıyor.
Ki konumlama dediğimiz kavramın; bir pazarlama iletişimi terimi olarak ancak1969`da Al Ries ve Jack Trout tarafından ortaya atıldığı göz önüne alınacak olursa; ne demek istediğim daha iyi anlaşılır. (her ne kadar kendilerinin böyle olduğunu bilmeseler ve kendilerini böyle tanımlamıyor olsalar da), kendi önerdikleri sistemin en önemli muhalifini, yeniden isimlendirerek; yani tanımlayarak; yani konumlandırarak; o kişinin şahsında; o kişinin temsil ettiği bütün bir sistem ve / veya muhalefeti kendi istedikleri algılamanın içine hapsetmiş oldular. İsimlendirme yoluyla muhaliflerini olumsuz şekilde tanımlayarak, kendilerini de onun karşısında otomatik olarak; olumlu bir algıya kavuşturmuş oldular. Daha basit söylemek gerekirse; rakiplerini fiilen öldürdükten sonra; bir de isimlendirerek yok ettiler.
Şöyle ki: Eğer karşıtınız cehaleti temsil ediyorsa, düşünün bakalım; siz neyi temsil ediyor olursunuz? Tabii ki hakikati! (Uyarı: Her ne kadar bu zaten böyle olsa da yani; İslam bilgi ve hakikatin ta kendisiyse de; teknik sebeplerle kullanmak zorunda olduğum dilden dolayı; bunun sadece bir iddia ya da siyasal taktik olduğu anlamı çıkarılmasın.) Bu vak`ada Müslüman siyasal iletişimcilerin asıl dehasıysa Amr`ı cehaletin babası olarak isimlendirmelerinden kaynaklanmıyor: Yeniden “isimlendirme”yi akıl etmelerinden kaynaklanıyor. Ve bunu sistematik şekilde uygulama becerisini göstermiş olmalarından. Yani; söz konusu kişinin (ve dolayısıyla temsil ettiği düzenin) adının geçmesi gereken her yerde; o kişinin (Amr) öz ismi yerine; “ısrarla” kendi belirledikleri olumsuzlaştırıcı tanımlamayı içeren ismi (Ebu Cehil) kullanarak, o kişi ile ilgili algılamayı tamamen kendi kontrollerine almış oldular. Hatırlayın bakalım; İslami kaynaklarda kaç defa bu kişiden söz edilirken Ebu Cehil yerine Amr bin Hişam isminin kullanıldığını gördünüz? “Hiç” mi? Şaşırmadım. İşte bu yüzden; yukarıdaki örnek, son binyılın en başarılı siyasal iletişim kampanyalarından biri sayılmayı hak ediyor.
Lakin bu yazıda Ebu Cehil`den söz edilmesinin amacı; Müslümanların bir zamanlar kitle iletişimi biliminden ne kadar iyi anladıklarını anlatıp, nostalji yapmak değil. Müslümanların dikkatini daha güncel bir soruna çekmek. İletişim bilimlerine önem vermemekten kaynaklanan daimi yenilgi alanımıza: Tanımlamalarımıza!
Farkında değiliz ama isimlendirme yoluyla yapılan tanımlamalar, medeniyetler savaşının en stratejik mevzileri. İslam medeniyeti, -ya da hadi Müslümanlar diyelim sadece- karşıtlarının; bu alandaki bilinçli manevraları nedeniyle, bilhassa son dönemde ağır hasarlar almış durumda. Bizimse; bir yandan bu manevraların oluşturduğu tahribatı giderirken, bir yandan da karşı taarruza geçmemiz gerekiyor. Silahımızsa rakibimizinkine eşdeğer olmak zorunda: Öyleyse önce; bize neyin çarptığını anlayalım!
Bize çarpan; her seferinde biz ve bize dair her meselenin, karşı kamptakiler tarafından tanımlanıyor oluşudur… Basit görünüyor ama değil! Tanımlama / tanımlanma sorununun önemini anlamak için ne olduğu ve nelere yol açtığını iyice irdelemek lazım: Sözlüklerde tanımlama kelimesi genel olarak “Bir hal veya nesneyi bütün yönleriyle tarif etmek.” şeklinde açıklanıyor. Tanımlama kelimesinin eşanlamlısı ve Arapça kökenli bir kelime olan “tarif” ise irfan kelimesi ile aynı kökten geliyor. Yani; bir şeyi iyice anlatıp, bildirmek manasına geliyor.
TDK tarif kelimesini “genel olarak herhangi bir bilgiye ait şeyin derli toplu kısa anlatımına denir. Bu kısa anlatım, o şeyin ne olduğunu uzun uzadıya düşünüldükten, arandıktan, tarandıktan sonra derlenen öz anlamı kapsayan sözlerden kurulan kapsadır” şeklinde açıklıyor. Yani; bir şeyi tanımlamak; o şeyin nasıl algılanacağını, buna bağlı olarak da o şeye karşı nasıl tavır alınacağını belirlemek anlamına geliyor. Kısaca ifade etmemiz gerekirse: “Tanımlamak yönetmenin ta kendisidir” de diyebiliriz. İstenilen doğrultuda yapılan tanımlamalara; yine aynı amaçlara hizmet eden isimlendirmeler eşlik ediyor her zaman. Sistematik olarak yapılagelen bu tanımlama/isimlendirme çalışması sayesinde; hedef kitlenin, ilgili konudaki algı, duygu ve düşünceleri, dolayısıyla da fikir ve eylemleri; daha baştan kontrol altına alınmış oluyor.
Konunun daha iyi anlaşılması için bu sefer 1400 yıl öncesinden değil yakın tarihten birkaç örnek verelim hemen: Çok eskiden değil 28 Şubat sürecinden hatırlayacaksınız: “Yeşil Sermaye” diye bir kullanım vardı. Başta bir kısım basının “amiral gemisi”nin yazarları olmak üzere, bir kısım yazar, anchorman, haber müdürü ve generalin ağzına sakız olmuştu bu ifade. Hatta o kadar ki “irtica” ile mücadele brifinglerinde “yeşil sermaye” mensubu firmaların; uluslararası dev şirketlerden, mahalle arasındaki kebapçılara kadar kara listeleri oluşturulmuş ve bu şirketlere karşı amansız bir cadı avı başlatılmıştı.
“Yeşil sermaye” mensubu şirketlerle; askeri ihalelerden keyfi gerekçelerle dışlanmaktan, bir kısım şirket yöneticilerinin evlerine gece yarısı yapılan vergi(!) baskınlarına kadar çeşitlilik gösteren şekillerde mücadeleye girişilmiş, bu şirketler ve bunlara destek veren kitleler yıldırılmak, yok edilmek istenmişti. Çünkü “yeşil sermaye”: Asıl amacı; geçim, istihdam, ülke ekonomisine katkı sağlamak gibi olağan sebepler değil; kazandıkları paralarla ülkemizin gayet demokratik, ilerici ve çağdaş olan rejimini(!) değiştirmek olan, gizli gündemlerle faaliyet gösteren, kötü kalpli, “takiyyeci” insanların kurduğu ve yönettiği şirketlerden oluşuyordu. Böyle sinsi teşekküllerle onların sadece birer araç olarak gördükleri(!) hak ve hukukla mücadele edilemezdi ki!
Farkında değiliz ama isimlendirme yoluyla yapılan tanımlamalar, medeniyetler savaşının en stratejik mevzileri. İslam medeniyeti, -ya da hadi Müslümanlar diyelim sadece- karşıtlarının; bu alandaki bilinçli manevraları nedeniyle, bilhassa son dönemde ağır hasarlar almış durumda. Bizimse; bir yandan bu manevraların oluşturduğu tahribatı giderirken, bir yandan da karşı taarruza geçmemiz gerekiyor.
Bir dönem, toplumun oldukça geniş bir kesimi inandı bu yalana. Sonradan anlaşıldı ki: Kurulu düzenin kendilerine sağlamakta olduğu; haksız, hukuksuz imtiyazların ellerinden alınmasını istemeyen elitist koalisyonun, sinsi bir komplosundan ibaretmiş bütün mesele…
Uluslararası arenadan örnek vermek gerekirse; halen yürürlükte olan “terörizm” söylemine bakmak kâfi. Önce; terörizm kavramı, asıl anlamından saptırılarak, (pazarlama iletişiminde buna bozarak konumlama denir) yerine ne olduğu halen tam anlaşılamamış, yarı muallak yeni bir tanım yapıldı. Hemen ardındansa terör kavramının aksine; terörist tipi hemen tanımlandı: Teröristler; tepkilerini demokratik yöntemlerle dile getirmek yerine masum insanları öldürerek ortaya koyan, aslında tamamen mantıksız, katı inançlı; çoğunlukla Müslüman, bu yüzden de aslında özgürlüklere ve “özgür dünyaya” karşı olan, insanlıktan nasibini almamış, çirkin, esmer insanlardı. Terörizm tanımı ise özellikle yarı muallâk bırakılmıştı ki; yeri geldikçe içi istenildiği gibi doldurulabilsin. (Tıpkı anayasamızdaki tuzaklı pek çok kavram gibi).
Zaten yukarıdaki terörist tipi de başlangıçta böyle değildi. Mesela: Sovyet İşgaline karşı direnen Afgan mücahitler, devran dönüp; işgal sırası Sovyetlerden Amerika`ya geçince; -bir zamanlar bizzat Amerika tarafından desteklenmiş olmalarına rağmen- özgürlük savaşçılığından; azılı teröristlere dönüşüverdiler birden. Bu terör ve terörist tanımı öyle kullanışlıydı ki; hâkim güçler, kısa sürede “Terörist devletler” listeleri oluşturarak, kişi ve örgütlerden sonra; kendi politikalarını desteklemeyen ülkeleri de terörist ilan etmeye başladılar. Listeye henüz eklemedikleri küçük devletlere ise bununla şantaj yaptılar, yapıyorlar. Terör tanımı bilinçli bir şekilde her ne kadar asıl anlamından saptırılarak muğlâk bırakılmış olsa da terörizm ve terörist kötü bir şeydi ve bizim bu kadarını bilmemiz yeterliydi. Terörist sayılmanın kıstası nedir tam olarak bilinemese de; iki önceki Amerikan Başkanı konuyu güzel özetlemişti: “Ya bizimlesiniz; ya bize karşı!” İşte size terörist sayılmak ya da sayılamakla ilgili en güvenilir ölçü!
Daha da çoğaltılabilir örnekler: “Asr-ı saadet” “İrtica” “Özgür Dünya” “Şer Ekseni” “Büyük Şeytan” “Kızıl Sultan” “AKP” “Ak Parti” “Gandi Kemal” “Etro Kemal” “Mahalle Baskısı” “Sivil Dikta” ilah… Dünyamız ve ülkemiz: Kişi, kurum ya da durumların isimlendirilme yoluyla yeniden tanımlanması üzerinden yürütülen pek çok savaşa sahne olmakta hâlihazırda. Lakin asıl mesele şu ki; pek çoğumuz bunun bir savaş olduğunun farkında değil hala...
Sir Albert James Mann: Söz büyük, söyleyenin ismi küçük olunca; bazı kimselere, söylenen söz de önemsizmiş gibi göründüğünden dolayı; sözün sahibi olan bendeniz tarafından oluşturulmuş, tamamen uyduruk bir şahsiyettir. Amaç sözün manasına hak ettiği dikkati çekmektir.
İlah: lügatimize Arapça`dan giren “ila ahirihi” sözünün kısaltması. “Diğerleri de böyledir, sonuna kadar böyledir” anlamında kullanılır.