Bu millet geçmişte olduğu gibi bugün de, özellikle İslam medeniyetinin yeniden öğrenilmesi ve yaşanması, onlara taşınması ve hizmet yollarının öğretilmesi konusunda da hep ümit kaynağı olmuştur. Bu yüzden gönül coğrafyasındaki kardeşlerimiz bu konularda da büyük beklentiler içine girmişlerdir.
15 Temmuz’un o tarihi gecesinde darbeci hainler, Allah’ın lütfuyla, milletin ortak iradesi, ortak direnci, sarsılmaz cesareti karşısında tarihi bir bozgun yaşadı.
O gece gözlerimizi yaşartan, göğsümüzü kabartan birçok kahramanlık hikâyesine şahit olduk. Polatlı’da, füze rampalarının gidişini engellemek için bunların taşındığı kamyonun lastiklerini kesen vatandaşlarımızı, yıl boyunca hasadını bekledikleri ürünlerini yakarak jetlerin uçuşlarına engel olan Kazan halkını, elinde bayrağı ile tek başına darbecilere kök söktüren hanım kardeşimizi, “Gün, vatan müdafaası günüdür” diyerek tankların üzerine yürüyen gençlerimizi, alnı secdede sabaha kadar gözyaşı döken, dua eden piri fanilerimizi, ninelerimizi, dedelerimizi, 81 vilayetimizin tamamındaki vatan kahramanlarını hiçbir zaman unutmayacağız. Şunu bir kez daha gördük ki, bu millet, istiklalimizin ve istikbalimizin en büyük sigortasıdır.
Ayrıca 15 Temmuz hadisesi bize vatanımızın sınırlarının 780 bin kilometrekare ile sınırlı olmadığını da gösterdi. Sadece yurt içinde değil, dünyanın en ücra köşelerinde, Kudüs’te, Hartum’da, Mogadişu’da, Bakü’de, Viyana’da, Üsküp’te, Saraybosna’da, Köln’de, Londra’da, Mekke’de, Medine’de, çeşitli kıtalarda milyonlarca kardeşimiz camilere, meydanlara akın ederek bizim için, bu millet için dua etti. Çünkü Türkiye, Türk halkı onlar için bir ümit kaynağıydı. Her alanda kurtuluş ümidi oldu.
Tarihte Osmanlı diğer Müslüman milletlerin esaretten kurtulmalarında nasıl büyük bir ümit kaynağı olmuş ise, bu gün de onun torunları olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları aynı şekilde bir ümit kaynağıdır. Çünkü bu millet, tarih boyunca zalime karşı hep mazlumun yanında yer almış, onların yardımına koşmuştur. Onların hamisi olmuş ve onların dertleriyle meşgul olmuştur. Onları kaderleriyle baş başa bırakmamış ve elinden gelen desteği sağlama noktasında hiç tereddüt göstermemiştir.
Geçen sayımızda bu necip milletin, bugün tekrar bağımsızlık ve istiklalini koruma noktasında nasıl büyük bir destan yazdıysa geçmişte de bunu başardığını, mazlum ve mâdur milletlerin bağımsız yaşaması, emperyal güçlerin elinden kurtularak kölelikten kurtulmasında büyük bir ümit kaynağı olduğunu bazı örneklerle anlatmıştık.
Bu yazımızda ise bu milletin, sadece mazlum milletlerin bağımsızlık ve hürriyetinin kazanılması ve korunması hususunda değil, aynı zamanda onların yeniden inşasında ve kendi medeniyetini kurma konusunda da, kısacası diğer birçok alanda da ümit kaynağı olduğunu sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu millet geçmişte olduğu gibi bu gün de, özellikle İslam medeniyetinin yeniden öğrenilmesi ve yaşanması, onlara taşınması ve hizmet yollarının öğretilmesi konusunda da hep ümit kaynağı olmuştur. Bu yüzden gönül coğrafyasındaki kardeşlerimiz bu konularda da büyük beklentiler içine girmişlerdir. Bu milletin evlatlarını büyük bir sevgi ve hürmetle bağrına basmışlardır.
Nitekim bundan 8 yıl önce Orta Afrika ülkelerinden Burkina Faso’daki Müslüman kardeşlerimizle buluştuğumuzda bize: “Ey elleri beyaz Müslümanlar, Peygamberimizin müjdesine mazhar olan Fatih’in torunları, evinize hoş geldiniz, halkım sizinle tokalaşmak ve size sarılmak istiyor” diyorlardı.
Öyle büyük bir özlem ve hasret vardı ki, 3000 kişi, Dr. Üstad Halid Sana’nın köyünde yol boyunca uzun bir kuyruk oluşturmuşlar ve elleri beyaz Müslüman olan Fatih’in torunlarıyla tokalaşmanın sabırsızlığı ve hasreti içindeydiler. Bir yandan da Üstad Halid: “Sakın onların bu beklentilerini karşılıksız bırakmayın. Onlar günlerdir sabırsızlıkla bu anı beklediler. Evet belki sizin için hepsiyle tokalaşmak biraz eziyetli olacak ama halkımın Fatih’in torunlarıyla buluşması, onlar için büyük bir onur ve şereftir. Ne olur bizi bu şereften mahrum etmeyiniz” diye yalvarıyordu. Nitekim o gün, 12 yaşlarındaki bazı çocuklar ve yaşları 40’ın üzerinde olan bazı Burkinalıların musafaha kuyruğuna iki defa katıldıklarına şahit olduk. Çocukları giydikleri 10 numaralı Messi tişörtlerinden tanımıştık. Kendilerine bunun sebebini sorduğumuzda:
Küçüklerin, “Ben beyaz Müslümanın elini daha çok sıktım” diye arkadaşlarına hava atmak için böyle yaptıklarını söylediler.
Büyüklerin ise, erkeklerle kadınların tokalaşması caiz olmadığından kendi hanımlarının: “Lütfen Osmanlının torunlarıyla bizim yerimize de tokalaşın” dediklerini ve bu yüzden onların yerine ikinci defa kuyruğa girdiklerini ifade ettiler. İşte Osmanlıya ve onun torunlarına bakış. Aradan bir asrı aşkın bir zaman geçse de bu halka olan sevgi, özlem, beklenti ve ümit…
Türkiye’de Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesinden mezun olan ve şu an Gana’da hizmet eden Osmanlı aşığı, Türkiye sevdalısı Nasruddin kardeşimizin: “Lütfen medeniyet ve hizmet yollarını bizlere öğretme konusunda cimrilik göstermeyin. Zira ektiğiniz tohumların yeşerdiğini görmek Gana’nın hatta Afrika’nın kurtuluş ümitlerini artırıyor” sözleri bir Afrikalı kardeşimizin bu milletten beklentilerinin ve ümitlerinin neler olduğunu göstermektedir… Omuzlarımıza yüklenen bu büyük sorumluluğun ağırlığını hissediyorsunuz değil mi?
Yine Ganalı Nasruddin kardeşimiz, kendisini bu asil millete izafe ederek: “Osmanlı ecdadımız, ihya etmek ve diriltmek için ölü topraklar arıyorlardı. Şimdi sizlerin, dedelerinizin izinden gittiğinizi görmek kurtuluş ümitlerimizi artırıyor” diyerek bize hedef gösteriyor, beklenti ve ümitlerini dile getiriyor.
Kamerun’da Ekonomi Bakanlığı’nda müsteşar olan bir kardeşimiz: “Ne olur bizi misyonerlerin eline bırakmayın. Burası sizin ülkeniz bize sahip çıkın. Nerede kaldınız? Batılı misyonerler 100 yıldır bizleri sömürüyor. En ücra ve mahrumiyet içindeki köylerimize gidiyorlar ve orada bazı insani yardım faaliyetleri adı altında misyonerlik faaliyetlerinde bulunuyorlar. Böylece bizim insanımızı çalıyorlar” diye feryat ediyor ve bizlerden beklentilerini ümitlerini ifade ediyordu...
Etiyopya’nın Harar bölgesinde halen var olan 150 civarındaki Türk aile kendilerini ziyaret ettiğimizde: “Bizi 150 yıldır terk ettiniz. Yalnız bıraktınız. Ne olur artık bizi yalnız bırakmayın. Bizler sizin soydaşınızız” diyorlardı. Onlar Portekizli korsanların saldırısına karşı 1860’lı yıllarda Osmanlıdan yardım talep etmişler. Osmanlı da iki fırkateyn ile onların yardımına koşmuş ve orada kalan paşaların evliliklerinden meydana gelen çocuklar bugün bize bu şekilde hitap etmişlerdi.
Bu örneklerde de görüldüğü gibi ecdat, mazlum ve mâdur milletlere karşı maddi ve manevi sorumluluklarını yerine getirmiş, oralar çok uzak, bizimle alakası yok dememiştir. Oralara kadar gitmişler, onların her türlü ihtiyaçlarına yardımcı olmaya çalışmıştır. Bu yüzden Atlas Okyanusu’nun kıyısında olan Gana’nın başkenti Akra’daki bir köy camisinde hâlâ hatt-ı Osmânî ile yazılmış 130 yıl öncesine ait Kur’an-ı Kerim’leri ve Hz. Peygambere salavat-ı şerifelerden müteşekkil “Delâil-i Hayrat” kitaplarını görebilirsiniz.
Yine Etiyopya’nın Harar bölgesindeki kütüphanede birçok Osmanlıca el yazması eserlerin ve vesikaların incelenmek üzere bizleri beklediğini bilmelisiniz.
Bu müzede Osmanlıca yazılan vesikaların birinde, Kurtuluş Savaşı yıllarında bizlere gönderdikleri yardımları belgeleyen vesikalara şahit olabilirsiniz.
Hristiyan olduğu halde bir Afrika ülkesinde Cumhurbaşkanının özel bir ortamda Türk diplomatlara:
“Lütfen bizi birilerinin (Fransa’nın) bekçi köpeği olmaktan kurtarın” dediğini, aynı ülkenin Başbakanının da:
“Ne olur bizi, Afrika’nın Türkiye’si yapın” sözlerini iyi analiz etmeliyiz.
İşte bütün bunlar, her alanda bir ümit kaynağı olan Türkiye’nin gönül coğrafyasına olan sorumluluklarını göstermektedir. Yeni Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu durum işte budur. Dolayısıyla yukarda da söylediğimiz gibi, 15 Temmuz darbe girişimi bize Türkiye’nin sınırlarının 780 bin kilometrekareden ibaret olmadığını bir kez daha göstermiştir.
Bir büyüğümüz, başarısız darbe girişiminden sonra, “Böyle bir darbenin olmaması için nelerinizi feda ederdiniz?” diye sormuş, sonra da: “Herhalde her şeyimizi feda ederdik değil mi?” demişti. Daha sonra da: “Allah’ın büyük bir nimeti olarak darbe başarılamadığına göre, bu nimetin karşılığı olarak bundan sonra, darbelerin olmaması için her şeyimizi verebilmeliyiz. Malımızı, canımızı, sıhhatimizi, gençliğimizi, kısacası Allah’ın bize lütfettiği bütün imkanlarımızı ve potansiyellerimizi Allah yolunda, vatan ve millet uğrunda eksiksiz kullanmalıyız. Geniş ve rahat zamanda asıl bu fedakarlıkları yerine getirebilirsek, inşallah korktuklarımızdan emin oluruz” buyurmuştu.
Gerçekten de geniş ve rahat zamanları iyi değerlendirebilmeliyiz. Yoksa Mevlana hazretlerinin buyurduğu gibi “İyilerin tembelliği kötülerin hakimiyetini sağlar.” Böylece iyiler zillet ve esaret içinde yaşamaya mahkum olur. Hafazanallah…